Şiddet uygulayan da,
şiddet gören de birer “nesne” olarak değil, birer “insan” olarak belirir
perdede. Zaten “Dispara”nın, şiddet filmi gibi görünen biçiminin ardında,
şiddet filmlerine tümüyle ters bir yapısı vardır
Tamer Baran
IMDb: 6.2
Manalı Filmler: 9
Helikopterle
çekilmiş Madrid görüntüleriyle açılır film. Kafesinde serbest bırakılmayı
bekleyen kocaman bir hayvan gibidir kent; hareketin ve şiddetin uğultusu
doldurur kulaklarımızı.
Kadın ve
erkeği ilk sahnede birlikte görürüz. İkisi de en iyi bildikleri, varlıklarını
tanımlayan işi yapmaktadır: Anna ateş etmekte, Marcos da seyretmektedir…
Tanıştıkları
dakikalarda Marcos’ın ısrarlı röportaj yapma önerisine kendinden giz vermekten
korkan bir tavırla kaçamak yanıtlar verir Anna. İçinde gizli ama her an açığa
çıkabilir bir güç olduğunu hissederiz. Kendine güveni tamdır ve hiç bir şeyi
umursamayan bir havası vardır. Marcos şaşkınlıkla, ender bulunan bir sanatsal
güzelliği seyreder gibi seyreder onu. Aynı sahnede Anna’nın gazete okumadığını,
televizyon seyretmeyi sevmediğini de öğreniriz.
Ertesi
gün kaçta buluşabilecekleri sorusuna ağzını yırtıcı bir hayvan gibi kocaman
açarak yanıt verir Anna. İçindeki kaplanı ilk görüşümüzdür bu.
Marcos
evinde sirkle ilgili yazısını yazarken daha ikinci cümlede söz Anna’ya gelir.
Bir yerde Anna’yı Buffalo Bill’e benzetir, sonra hemen siler bu sözcükleri.
Çünkü Anna Buffalo Bill gibi bir kahraman değildir; atıcılığı sonradan
geliştirilmiş bir üstünlük değil, doğal bir alışkanlık, adeta bir güdüdür.
Sirkte
buluştuklarında Marcos’un söyleşi yapma çabası Anna’nın yalanlardan oluşturduğu
duvara çarpar önce. Daha fazla gücü yoktur Marcos’un, söyleşi yapmaktan
vazgeçer (Marcos’un ilk zorlukla karşılaştığında mücadele etmek yerine
vazgeçmeyi yeğlediğini filmin sonraki bölümlerinde de görürüz). Ödün Anna’dan
gelir o noktada, belki de Marcos’a acıdığı için yaşamını anlatmaya başlar.
Aşk
İlk kez o
sahnede hissederiz aralarındaki elektriklenmeyi. Sözcük aralarında uzun
boşluklar bırakmakta, bakışları dudaklara, gözlere takılıp kalmaktadır.
Anna’nın ateş etmekle ilişkisini daha somut çizer bu sahne. İkisi arasındaki
ayrımı da: Tüfek Anna’nın vücudunun bir uzantısıdır sanki, Marcos ise tipik bir
aydın tavrı içindedir, ateşli silahlardan nefret ettiğini söyler.
Alışılagelmiş
kadınsı özellikler erkekte, erkeksi özellikler ise kadındadır. Bir sonraki
sahnede Marcos’un tüm nefretine karşın ateş etmeyi kabul ettiğini görürüz.
Anna’nın anlattıklarını dinler, ondan “Dispara!” (Ateş et!) komutunu alınca
basar tetiğe, kutuları vurmaya çalışır. Ateş etmekten hoşlanmaya başlamıştır
ama yazık ki çok beceriksizdir, hep ıskalar. Anna ateş edecekken, bahse girmek
söz konusu olduğunda Marcos çocukça bir beceriksizlikle şekillenen ilk somut
adımı atar: “Tümünü vurursan bana bir öpücük verirsin.” Anna’nın bu öneriyi
reddederken gülüp geçen tavrında artık gizlemeye gerek görmediği bir arzu
yatmaktadır.
Marcos
gazetede bir konser için Barselona’ya gitmesi gerektiğini öğrenir. Bu kötü
haberin ardından Anna’ya ait fotoğraflar ulaşır eline. Resimlere uzun uzun bakışında
işini ciddiye almanın çok ötesinde bir duygunun etkili olduğu çok açıktır.
Zaten filmin şarkısı da ilk kez bu sahnede çalar. Anna’nın fotoğrafları üzerine
duygusal bir melodi düşer: “Amore, amore, amore / Amore mio”.
Marcos
arabada giderken cadde kenarındaki binaların görüntülerinin ön cama yansıması
filmin temasına ilişkin bir ipucunu barındırır: Metropolün birey üzerindeki
baskısı…
Marcos
fotoğrafları göstermek için Anna’ya gittiğinde güler yüzle karşılanır. Artık
ikisi için de her şey çok açıktır; aşk eşikte beklemektedir. Bu öylesine açık
bir gerçektir ki Anna, süren bir ilişkide olabilecek bir biçimde, birkaç gün
içinde ülkeyi terk edeceklerini söyler Marcos’a. Başlaması an meselesi olan bir
ilişki söz konusudur ve Anna henüz başlamadan uyarmaktadır Marcos’u.
Fotoğraflara
bakarlar birlikte. Anna birini alıp günlüğünün arasına koyar, bir diğerini
Marcos için imzalar: “Spara che ti passa” (Ateş et ki geçsin). Marcos izin alıp
televizyonu kapatır, derin bir nefes alır ses kesilince. Fotoğraflar ve yazıdan
bahsederler.
Ve
birinin bir adım daha atması gereken o an gelir. İlişkinin görünen yüzüne ait
her şey konuşulmuş, bitmiştir. Görünmeyen tarafına, çizginin ötesine
geçilemezse başlamadan bitecektir aşkları. Marcos her zamanki edilgen tavrını
sürdürüp “Ben artık kalkayım” derken Anna aralarında yaşanan şeyin birkaç
günlük sıradan bir romantizm, anımsandıkça kaçırılan fırsata iç geçirilecek bir
küçük anı olarak kalmasına izin vermez, Marcos’u yemeğe davet eder.
Özel bir
gecesidir sirkin, çalışanlardan ikisinin nişanlanmaları kutlanmaktadır. Anna ve
Marcos da spagetti yiyip şarap içer, nişanlılara “Öp!.. Öp!..” tezahüratı
yaparlar. Nişanlıları kutlayan konuşmayı yapan cüce kadın masalarına gelir ve
iki cümleyle yalnız Marcos’u değil, biz seyircileri de uyarır: “Dikkat et,
tehlikeli bir kadındır. Yaramazlık yaparsan… Bum!”
O geceki
nişandan hareketle sirk insanlarının duygusal yaşamlarından söz ederler. Anna
sirkte çalışan birinin yalnızca sirkten biriyle evlenebileceğini anlatır
Marcos’a. “Yoksa” der, “ya sen sirki bırakırsın ya da onlar seni.” Anna’nın
sirke bağlılığını, başka tür bir yaşam sürdüremeyeceğini öğrenmişizdir artık;
bu cümleler aşklarının olanaksızlığının altını bir kez daha çizer. Marcos yanıt
vermek yerine lafı Anna’ya getirir: “Ya sen?” Anna önce Marcos’un hiç
söyleyemediği tipten bir cümleyle “Senden hoşlanıyorum” mesajını bir kez daha
geçirir: “Gözlüksüz daha yakışıklısın” ve ardından hep düşlediği yaşamı
anlatır: Milyoner bir eş, teraslı bir ev, kuğular ve on çocuk… Kendisini korumasını
sağlayan duvarların ötesinde göründüğünden bambaşka bir kadının olduğunu bir
kez daha anlarız: Çoğu “normal” kadın gibi aile kurmaktan söz etmektedir. Çoğu
kadın gibi duyarlı ve duygusaldır; zengin iç dünyasını kalın perdelerle kapalı
tutar ama perde aralandıkça ateşli silahlara hiç uymayan bir ruh görünür…
Marcos
dans etmeyi de bilmemektedir. Anna’nın önerisini geri çevirir, ama tabii
kadının ellerinden tutup onu piste sürüklemesini de engelleyemez. Geleneksel
kadın-erkek rolleri bir kez daha ters yüz edilmiştir.
Filmin en
güzel bölümlerinden birini izleriz: Pistte birbirlerine sarılmış, kâh duran,
kâh dönen iki vücut… Belli ki dans etmek değildir önemli olan, “temas”
önemlidir: İlk yakınlaşma, iki vücudun birbirine değmesi, ruhların yakınlığı…
Anna bir adım daha atar, Marcos’un gözlüğünü çıkarır. Şarkının bitmesiyle
durur, müziğin yeniden başladığını da fark etmezler. Yeni bir aşka başlamanın
tüm karmaşık duygularıyla; heyecan, kaygı, korku, arzu ve mutlulukla öpüşürler…
Çok iyi
kotarılmış bu “ilişkiye başlama” planını, bir sevişme sonrası sahnesi izler.
Erotizmi verme gibi bir kaygısı yoktur Saura’nın; ilk sevişmenin coşkusu biraz
yatıştıktan, sevgililer arasındaki yakınlık perçinleştikten sonra açar sahneyi.
Yatakta gülüşmektedirler. Hayatta en çok bilgiye değer veren Marcos, Anna
hakkında bir şey bilmediğinden yakınır. Anna içinse bilgi değil duygu
önemlidir, laf olsun diye sorar Marcos’un ilk sevgilisini. Sonra gideceklerini
tekrar söyler. Marcos’un “Ardından gelirim” cümlesi basmakalıp kaçar, kadının
“Ya Rusya’ya gidersem?” sorusu parçalar bu sıradanlığı. Marcos’un yanıtı
edilgen tarafını vurgular: “Ağlarım”. Ardından “Cehenneme bile gitsen ardından
gelirim” der. Anna’nın Marcos’a sarılışında anaç, kadınca bir sevgi gizlidir;
erkeğin söylediğini yapamayacağını biliyormuş, onu anlıyormuş, onu bu haliyle
de seviyor ve şefkat duyuyormuş gibidir.
Sabah 24
saat sonra buluşmak üzere ayrılırlar. Anna’nın karavanı önündeki ayrılık
sahnesi, ikisinin de belki de hayatlarının aşkını bulduklarını bildiklerini
düşündürür.
Farklı kişilikler
Buraya
kadar olan tüm sahnelerle her iki kişiliği de tanımış oluruz. Anna genelde
içine kapanık, savunma mekanizmaları güçlü, çevresine yüksek duvarlar ören,
hırçın, giderek yırtıcı olabilen, ama aslında nahif -Marcos’un daha sonra
söyleyeceği gibi- duyarlı, sevgiye tutkun, yaşamına duyguları yön veren,
yaşamını sevginin akışına bırakabilen biridir. Marcos ise aklının rehberliğini
izleyen, duygularını gizleme eğiliminde olan, girdi çıktısını bilemediği yaşama
karşı korkusunu çevresine mesafe koyarak gizlemeye çalışan edilgen biri, bir
entelektüeldir. İkisinin de yaşamla ilişkilerinde bir sorun vardır: Anna
“çılgın kalabalıktan uzak”, kendi köşesinde yaşamaktadır, Marcos ise yaşamın
ortasında olduğu halde içine girmektense izlemeyi yeğlemektedir. Bu yüzden
meslekleri çok uyar kişiliklerine. Anna sirkte büyücek bir ailenin içinde
yaşamaktadır; dünyadan, yaşamdan kopuktur, sıradışı bir kimlik olduğu için
istese de katılamaz yaşama, toplumdan kabul görmez. Marcos ise gazetecilik yapmakta,
yani dünyayı, olup bitenleri gözleyip yazıya dökmekte, bu uğraş aracılığıyla
yaşamı tanımaya çalışmaktadır.
Filmin
sonraki bölümünde ikisini de kaba hatlarıyla özetlediğim kişiliklerine son
derece uygun davranışlar içinde görürüz. Senaryo yazarları ana kişilikleri
mükemmel çizmiş, davranışlarının yeni renklerinin ana tabloya uygun olmasını
sağlamış, bu başarılarını da sonuna kadar götürmeyi becermişlerdir çünkü.
Sabah
ayrılmalarının üzerinden henüz birkaç saat geçmişken yaşamın ve şiddetin gölgesi
vurur üzerlerine. Sirke dışarıdan gelebilecek hemen tek kişi olan bir tamirci
delikanlı (Mario), Anna’yı çok beğenmiş, bakıp durmaktadır. Anna Marcos’la
telefonda konuşurken de oradadır. Marcos’un “Seni seviyorum” sözünü yanıtsız
bırakır Anna; Mario’nun tehditkâr bakışlarından mı rahatsız olmuştur, yoksa bu
sözü çok erken mi bulmaktadır?
Tecavüz
Mario ve
iş arkadaşları Anna’yı gösterisinin ardından sıkıştırmaya çalışırken elae
başları Mario’yu daha iyi gözlemleme şansını yakalarız: Siyah deri montu, daracık
pantolonuyla modern bir kabadayı tavırlarındadır. Bütün davranışlarının
erkeksi, giderek maço bir kimlikle belirlendiğini görürüz. Türkiye’de de sıkça
rastladığımız kimi gençler gibi, ABD kökenli isyankâr kültürden etkilenmiş
biridir Mario.
Gecenin
ilerleyen saatlerinde, bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken üç tamirci genci
taşıyan iki motosiklet sirke gelir. Anna karavanındadır, televizyonda eski bir
aşk filmi izlemektedir. İki sevgili birbirlerini ne kadar sevdiklerinden söz
eder, öpüşürler. “Dispara”da ilk kez yakın planda bir televizyonun göründüğü bu
planın bizi ilgilendiren kısmı filmdeki kadının adama “Sen yanımda olduğun
sürece hiçbir şeyden korkmam” demesidir. Marcos ise uzaktadır…
“Kim o?”
sorusuna “Benim” yanıtını alan Anna gelenin Marcos olduğunu sanıp kapıyı açar.
Gençler içeri girer, kadını yakalayıp yatağa atar, soyarlar. Biri televizyonda
gürültülü bir şeyler aramaya başlar. Tecavüze uğrayan Anna’nın görüntülerine
koşut kurgulanmış TV görüntülerini izlemeye başlarız: Acı içinde bir çocuk
yüzü, Başbakan Felipe Gonzales, cinsel çağrışımları yüksek bir reklam,
tecavüzcü gençler gibi giyinmiş bir Rock grubu… Sonuçta Anna hayli yüksek sesle
çalınan Rock müzik eşliğinde tecavüze uğrar. Üçüncü çocuğun duraksaması üzerine
arkadaşının “Hadi ne bekliyorsun; bütün bunlar bir oyun” demesi ilginçtir. Bu
sözü duyunca Anna çocuğun cinsel organına tekme atar. Şiddet şiddeti doğurur:
Mario kadını biraz hırpaladıktan sonra ortalığı dağıtır ve elinde bir şişeyle
yatakta çıplak yatmakta olan Anna’ya yaklaşır...
Sonraki
planda Anna’nın yataktaki görüntüsü kaplar perdeyi: Çarşaflara sarınmış
titremektedir, yüzünde ve omuzlarında yaralar vardır.
Uğradığı
tecavüz, fiziksel şiddetin ötesinde, yaşamını alt üst eden bir darbe
niteliğindedir. Anna’nın yaşamı tecavüz öncesi ve sonrası diye ikiye
bölünmüştür ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bilinçdışı bir
davranışla içeri girip tüfeğini alır. Karşılaştığı zorbalığa kendi bildiği
dilde yanıt verecek, tek bildiği “kendini açıklama biçimi”ne başvuracaktır.
İntikam
Gençlerin
çalıştığı tamirhanenin önünde beklemektedir Anna. Önce Patronun, ardından
gençlerin geldiklerini görünce tüfeğini doldurup iner arabadan. Dükkanın
içinden yaklaşmasını izleriz. Daracık pantolonu, uzun montu, çizmeleri, dağınık
saçları ve tüfeğiyle yüzlerce filmden ezbere bildiğimiz bir görüntüyü, Cobra,
Rambo, Terminator gibi “yokedici”lerin görüntüsünü çağrıştırmaktadır bu
haliyle. Bellidir ki Saura, o tür şiddet filmlerine açık bir gönderme
yapmaktadır bu planda. Kameraya yaklaştığında onların robot gibi dik
yürüyüşlerinin aksine Anna’nın yürüyüşünün biraz yorgun ve kırık olduğunu
gözlemleriz; “yokedici”lerle arasındaki kişilik ve ruh hali farkını yürüyüşü
gösterir.
Yine
şiddet filmlerinden bildiğimiz sinemasal anlatım biçimleriyle çekilmiş
planlarla Anna’nın iki genci öldürüşünü görürüz. Mario’ya yaklaştığında çocuğun
adını haykırır, ardından ateş eder. Her zaman 12’den vuran Anna bu kez ıska
geçmiş, Mario’yu omzundan yaralayabilmiştir. Çocuk kaçmaya başlar, Anna bir el
daha ateş edip yine ıskalar, üçüncü atışında Mario’yu sırtından vurmayı
başarır. Silah sesini duyup yukarıdaki bürosundan bakan Patronla birlikte
izleriz biz de: Anna çağdaş bir yokedici gibi gelir, yerde sürünen, ölmek üzere
olan Mario’nun yanından ağır adımlarla geçin gider. Üçünü de soğukkanlılıkla,
dikkatle vurmuş, bir an bile duraksamamıştır. O ana kadar Anna’yı yönlendiren
“öldürme” değil, çok iyi bildiği “ateş etme” güdüsüdür (“Ateş et ki geçsin.”).
Üç insanı öldürdüğünün tam olarak bilincinde değildir henüz.
Anna bir
kafeteryaya girer, temizlenir, Marcos’a telefon açar. Tele sekreterle
karşılaşınca ne yapacağını bilemez, “Korkunçtu… Çok korkunçtu” der ağlayarak,
telefonu kapatır. O sırada televizyonda sabahki cinayetin haberi verilmektedir.
Spiker çocukların cesetlerinin görüntüsü üzerine haberleri okurken “Cinayetin
sebebi bilinmemektedir. Uyuşturucu çeteleri arasındaki bir hesaplaşma olduğu
sanılmaktadır. Terör olasılığı da göz ardı edilmemektedir” der. Vurgu açıktır:
Nedeni tespit edilemeyen cinayetlerin yüksek sayıda olasılıklarının olabildiği
günlerde ve bir metropolde geçmektedir hikaye. Ardından Patron çıkıp tanık
olduğu kadarıyla olayı anlatır. Bunlar olurken Anna dalmış, cinayetleri
düşünmektedir, Patronun söylediklerini duymaz. Cinayetler geriye dönüşlerle
tekrar verilirken Anna’nın yaptığı işin korkunçluğunu ilk kez fark ettiğini
anlarız. Bu duygu içindeyken çevresindeki her şeyle ilgisini kesmiştir. Belli
ki Patronun “Üçü de çok iyi, çalışkan çocuklardı” sözü Anna’dan çok bize
hitaben konmuştur filme. Ve ardından, Anna kahvesini içerken çocuklardan
birinin annesinin, oğlunun resmine sarılmış ağlayan görüntüsü belirir ekranda.
Filmin dikkat çekici özelliklerinden biridir bu: Öyküyü yalnızca kahramanının
ekseninden anlatırken olup bitenleri çeşitli yönleriyle ele alıp işlemektedir.
Şiddet uygulayan da, şiddet gören de birer “nesne” olarak değil, birer “insan”
olarak belirir perdede. Zaten “Dispara”nın, şiddet filmi gibi görünen biçiminin
ardında, şiddet filmlerine tümüyle ters bir yapısı vardır.
Karavana
gelip de Anna’yı bulamayan Marcos sevgilisinin günlüğünü alır, evine gidip
beklemeye başlar. Tele sekreterdeki notu dinlerken, raslantıyla TV’de cinayet
haberini görür. İçinden gelen bir dürtüyle tamirhaneye gider. Çocuklardan
geriye yere tebeşirle çizilmiş şekiller kalmıştır yalnızca. Marcos Patrona
Anna’nın imzaladığı resmi gösterip “O muydu?” diye sorunca adam şaşırır, “Bunu
bir kadın yapmış olamaz” der. Yazık ki tüm bunları bir kadın yapmıştır; çağdaş
toplumda şiddetin alabileceği yer bakımından, gerçekle “halktan biri” olan
Patronun kafasındaki imaj arasındaki ayrım dikkat çekicidir; toplumun modern
yaşantısı sıradan insanın kafasında kalmış yargıların dışına taşmıştır çoktan.
Gazetede
Marcos, Manuel’le konuşurken televizyon şöyle bir görünür. Yine Patron
ekrandadır. Bu kez “Önümden geçip gitti. Tüfeğini yere doğrultmuştu. Bir film
seyrediyor gibiydim. Uzun dağınık saçları vardı. Bugünlerde gençlerin böyle
saçları var” dediğini duyarız. “Uzun saçlar” çağdaş topluma ilişkin eleştirel
bir olgu olarak belirirken, “film seyrediyor gibiydim” cümlesi Saura’nın şiddet
filmlerinin yaşamımızdaki yeri üzerine kaygı ve eleştirilerini yansıtır.
Ayrılık
Eve gidip
beklemeye başlar Marcos. Bu arada Anna’nın ıssız bir yolda arabasını park edip
uyumaya başladığını görürüz. Onun hasta, yorgun ve Marcos’un baktığı günlükten
görünen neşeli çocukluk görüntüleri üzerine filmin şarkısı bir kez daha düşer.
İki sevgili ayrı düşmüşlerdir artık. Birbirlerinin nerede olduğunu ve nasıl
ulaşacaklarını bilmemektedirler. Bu ayrılık filmin finaline kadar sürecek; ne
kadar güçlü olursa olsun sevgi dış dünyadan gelen etkileri aşamayacaktır.
Antrakt, Sayı: 37, Ekim 94
Dispara / Outrage / İntikam Ateşi
Yönetmen: Carlos
Saura
Senaryo: Carlos
Saura, Enzo Monteleone(Giorgio Scerbanenco’nun "Spara che ti passa"
isimli öyküsünden)
Oyuncular: Francesca
Neri (Anna), Antonio Banderas (Marcos), Lali Ramon, Walter Vidarte, Coque
Malla, Achero Manas, Rodrigo Valverde
1993 İtalya, İspanya ortak yapımı; 115
dakika
Gösterim tarihi: 19
Ağustos 1994