IMDb: 7.2
Rotten Tomatoes: % 75
Manalı Filmler: 9
(John Rabe'nin anısına;
23 Kasım 1882 – 05 Ocak 1950)
Ünlü “Schindler's List / Schindler'in Listesi” filminin ana karakteri, 2. Dünya Savaşı sırasında 1200 Yahudi'yi ölümden kurtarmıştı.
John Rabe, yaklaşık 250 bin Çinli'yi kurtardı.
Fakat Schindler, Rabe'den daha çok tanınıyor. Sinema severler arasında da Spielberg'in filmi, “Son Kahraman”dan daha fazla biliniyor ve seviliyor.
Bunun temel nedeni ise politika.
Şöyle ki: Yahudilerin 2. Dünya Savaşı sırasında çektikleri acıları, örneğin Rusların yaşadıklarından daha değerli ve önemli gösteren bir halkla ilişkiler çalışması tüm dünyada ısrarla sürdürülüyor. Bu nedenle sürece Yahudiler açısından bakan projeler daha kolay finans buluyor, yapım sürecinde ve sonrasında ayrıca destekleniyor, sonuçta daha ünlü ve ödüllü filmler haline geliyorlar... Böylece bir Yahudi, 200 Çinli veya 2 bin başka milletten insandan daha değerliymiş gibi bir algı yaratılıyor/sürdürülüyor. Emin olun, Rabe 250 bin Yahudi'yi kurtarmış olsaydı, onlarca sinema filmi, dizi ve belgeselde hikayesi ballandıra ballandıra anlatılırdı...
Rabe konusunda mağdur tarafta da bir sorun var: Japonlar 1937'de Nanking'i işgal ettiklerinde 300 binden fazla sivil ve silahsız askeri öldürüp binlerce kadına tecavüz ettiler; tarihin gördüğü en büyük katliamlardan biri bu. Ama o sırada ülke Çin Nasyonal Partisi'nin yönetimindeydi, komünistlerin değil. Mao'nun birlikleri John Rabe'in kurtardığı askerlerle uzun yıllar boyunca (tam olarak 1927-1950 arası) savaştılar... Yani bugünkü Çin yönetimi de John Rabe'yi canı gönülden sahiplenmiyor.
Daha da ilginci Rabe o Çinlileri kurtarırken Almanya ile Japonya'nın müttefik olmasından yararlanıyor. Müdürü olduğu Siemens fabrikasının kapısını savaştan kaçan sivillere açıyor, yüzlerce insanı dev bir Nazi bayrağının altına sokuyor, Japon uçakları Nazi amblemini görünce oraya ateş etmiyorlar... Çin açısından durum çetrefilli: Çinlileri kurtaran, düşmanın (Japonya'nın) müttefiği olan ülkenin bir vatandaşı, üstelik bir Nazi...
Bu koşullarda Alman bir yönetmenin çıkıp Rabe'yi odağa alan bir film yapmasını alkışlamamak mümkün mü?
Üstelik Gallenberger önemli bir isim: Mezuniyet filmi “Quiero ser / I want to be...” ile kısa film dalında Oskar kazanmıştı. -Hindistan'da geçen- “Schatten der Zeit / Shadows of Time” gibi beğenilen filmler yaptı, halen Şili'de 1973'te yapılan darbe sırasında Alman bir çiftin yaşadıklarını ele alan “Colonia Dignidad / Dignity Colony”nin çekimlerine devam ediyor.
Farklı ülkelerde geçen öyküler anlatmayı seven Gallenberger'in meselelere ulusal kimliğin dışında bir yerden, evrensel değerler açısından baktığı çok belli.
“Son Kahraman”da da öyle yapmış: Sadece Rabe'yi değil, Dupres ve Dora gibi diğer gerçek karakterleri de aslına uygun biçimde perdeye yansıtmaya çalışmış. Siyasi konulara mesafeli durmuş, örneğin Rabe'nin sadık bir Nazi partisi üyesi olduğunu gizlemiyor, ama Rosen ve Wilson'ın Nazizmle ilgili eleştirilerini de aktarıyor. Avrupalıları diğer milletlerden üstün çizmiyor, oldukları halde (umursamaz veya alkolik gibi) gösteriyor, üstelik daha filmin ilk dakikalarında Rabe'nin ne kadar ırkçı olduğunu vurguluyor.
Dolayısıyla bu filme ulusal kimlikleri, siyasi aidiyetleri bir yana bırakarak, “insan hikayesi” olarak bakmak gerekiyor. Filmin değerini takdir etmek ve Rabe'den bir şeyler öğrenmek ancak o zaman mümkün olabilir...
Meraklısına:
Pek çok Japon oyuncu, filmde rol almayı senaryoyu dahi okumadan reddetmiş. Büyük Japon film dağıtım şirketlerinden biri Gallenberger'den filmden -katliamı yöneten- Prens Asaka'nın sahnelerini çıkarmasını istemiş, reddedilmiş. Başka talip de çıkmayınca film Japonya'da gösterime girmemiş. Katliamın 70. yılında bu türden olayların hiç yaşanmadığını iddia eden filmler Japonya'da afişe çıkmış.
Filmin görüntü yönetmeni Jürgen Jürens, ülkemizde iyi tanınan bir isim. 1980 ortalarından başlayarak “Yer Demir Gök Bakır”, “Usta Beni Öldürsene”, “Aşk Ölümden Soğuktur” gibi yerli yapımlarda görev yapan sanatçının imzası bulunan son Türk filmi 2006 yapımı “Hayatımın Kadınısın”.
Açık Gazete, 6 Ocak 2015
City Of War / John Rabe / Son Kahraman
Senaryo ve yönetim: Florian Gallenberger (Erwin Wickert'in kitabından)
Yapımcılar: Benjamin Herrmann, Mischa Hofmann
Oyuncular: Ulrich Tukur (John Rabe), Daniel Brühl (Dr. Georg Rosen), Steve Buscemi (Dr. Robert Wilson), Anne Consigny (Valérie Dupres), Dagmar Manzel (Dora Rabe), Jingchu Zhang (Langshu).
2009 Almanya, Fransa, Çin ortak yapımı, 134 dakika.
Gösterim tarihi: 3 Eylül 2010
DVD firması: Horizon
26 Aralık 2015 Cumartesi
11 Mayıs 2015 Pazartesi
Monoton evlilikler, yozlaşmış ilişkiler: "Alice"
Bir peri masalı... olağanüstü olaylardan oluşan fantastik bir dünya... mutluluğu sorgulayan çağdaş bir öykü... bir yaratıcılık gösterisi... keyifle izlenen öğretici bir film
IMDB: 7.2
Rotten Tomatoes: % 77
Manalı Filmler: 8.5
Tamer Baran
“Crimes and Misdemeanors / Suçlar ve Kabahatler”de hacimli bir öykünün, eşine az rastlanır bir ustalıkla üstesinden gelerek ne denli önemli bir yapı ustası olduğunu bir kez daha kanıtlayan Woody Allen, “Alice”de iyi bildiği bireysel, küçük öykülerine geri dönüyor.
“Alice” bir peri masalı, olağanüstü olaylardan oluşan fantastik bir dünya, mutluluğu sorgulayan çağdaş bir öykü; eşsiz Woody Allen mizahının yeni bir örneği; bir yaratıcılık gösterisi; keyifle izlenen öğretici bir film… Sözün kısası “Alice”i beğenmemek çok zor.
Allen “Alice”de 1989’daki çalışması “Another Woman / Bir Başka Kadın”la paralellikler taşıyan bir öykü anlatıyor. Yine mutlu olamadığının ayrımına varan orta yaşlı bir kadın var karşımızda. İnsanlara “Ben gerçekten (sandığım kadar) mutlu muyum?” sorusunu sordurtan raslantılar, monoton evlilikler, yozlaşmış ilişkiler, uzak düşülmüş kardeşler, aldatan kocalar bu filmde de var. Ancak “Alice” çeşitli özellikleriyle “Bir Başka Kadın”dan çok farklı bir film.
Birincisi, tema aynı olsa da öykü farklı. “Alice”in baş kişisi zengin bir adamla evli, sıradan bir burjuva kadınını mutlu etmeye yetecek her şeye sahip biri. Ancak kocası Doug’la evlenmek dışında hiçbir şey yapmamış Alice. Yaşamda bir şey üretebileceği, başarılı olduğu tek bir alan bile yok.
Ayrıca bu filmde Allen’ın üslubu “Bir Başka Kadın”dakinden farklı. Akapunktur uzmanı Çinli doktor Yang’ın verdiği otlarla çıkılan “düşsel yolculuklar”, gözlüklü ve argo konuşan ilham perisi, bir evin merdivenleri önüne konulmuş günah çıkarma kulübesi, havada asılı kalmış bir telefon ahizesi gibi öğeleri barındıran, fantastik yanı daha güçlü bir film “Alice”.
Bu filmi “Bir Başka Kadın”dan farklı kılan üçüncü özelliği ise, daha komik, sıcak ve sempatik oluşu. “Radio Days / Radyo Günleri”nin, “A Midsummer Night’s Sex Comedy / Bir Yaz Gecesi Seks Komedisi”nin, “Hannah and Her Sisters / Hannah ve Kızkardeşleri”nin sevecenliğini yakalamak olası filmi izlerken. Bu da epeydir uzak kaldığımız Woody Allen mizahının yeniden yaşamımıza girmesi demek.
“Alice”in harika senaryosu Allen’ın bir dizi filminde kullandığı kimi teknikleri de içeriyor. Geriye dönüşte anıları canlanan kişinin bugünkü haliyle geçmişe gitmesi ve olaylara tanık olması bunun bir örneği. Bir diğer örnek ise Alice’in, Yang’ın muayenehanesinde hipnotize edildiğinde kocasıyla ilk tanıştıkları geceyi yeniden yaşaması…
“Alice”, çoğuna oyuncu, yazar ve yönetmen olarak imzasını attığı 20 filmi ardında bırakan Woody Allen isimli “küçük dev adam”ın yaratıcılığının düzeyinde hâlâ bir düşüş olmadığını kanıtlıyor. “Suçlar ve Kabahatler”le belki de en olgun ürününü veren Allen daha birçok başarılı filme imzasını atacak gibi görünüyor.
Güneş, 3 Temmuz 1991
Ödülleri:
En İyi Özgün Senaryo dalında Oskar ve Amerikan Yazarlar Birliği WGA Ödülü adaylığı
En İyi Yabancı Film dalında Cesar adaylığı
Alice
Senaryo ve yönetim: Woody Allen
Yapımcı: Robert Greenhut
Oyuncular: Mia Farrow (Alice), William Hurt (Doug), Joe Mantegna (Joe), June Squibb (Hilda), Alec Baldwin (Ed), Keye Luke (Dr. Yang), Cybill Shepherd (Nancy), Judy Davis (Vicki)
1990 ABD yapımı, 102 dakika
Gösterim tarihi: Haziran 1991
IMDB: 7.2
Rotten Tomatoes: % 77
Manalı Filmler: 8.5
Tamer Baran
“Crimes and Misdemeanors / Suçlar ve Kabahatler”de hacimli bir öykünün, eşine az rastlanır bir ustalıkla üstesinden gelerek ne denli önemli bir yapı ustası olduğunu bir kez daha kanıtlayan Woody Allen, “Alice”de iyi bildiği bireysel, küçük öykülerine geri dönüyor.
“Alice” bir peri masalı, olağanüstü olaylardan oluşan fantastik bir dünya, mutluluğu sorgulayan çağdaş bir öykü; eşsiz Woody Allen mizahının yeni bir örneği; bir yaratıcılık gösterisi; keyifle izlenen öğretici bir film… Sözün kısası “Alice”i beğenmemek çok zor.
Allen “Alice”de 1989’daki çalışması “Another Woman / Bir Başka Kadın”la paralellikler taşıyan bir öykü anlatıyor. Yine mutlu olamadığının ayrımına varan orta yaşlı bir kadın var karşımızda. İnsanlara “Ben gerçekten (sandığım kadar) mutlu muyum?” sorusunu sordurtan raslantılar, monoton evlilikler, yozlaşmış ilişkiler, uzak düşülmüş kardeşler, aldatan kocalar bu filmde de var. Ancak “Alice” çeşitli özellikleriyle “Bir Başka Kadın”dan çok farklı bir film.
Birincisi, tema aynı olsa da öykü farklı. “Alice”in baş kişisi zengin bir adamla evli, sıradan bir burjuva kadınını mutlu etmeye yetecek her şeye sahip biri. Ancak kocası Doug’la evlenmek dışında hiçbir şey yapmamış Alice. Yaşamda bir şey üretebileceği, başarılı olduğu tek bir alan bile yok.
Ayrıca bu filmde Allen’ın üslubu “Bir Başka Kadın”dakinden farklı. Akapunktur uzmanı Çinli doktor Yang’ın verdiği otlarla çıkılan “düşsel yolculuklar”, gözlüklü ve argo konuşan ilham perisi, bir evin merdivenleri önüne konulmuş günah çıkarma kulübesi, havada asılı kalmış bir telefon ahizesi gibi öğeleri barındıran, fantastik yanı daha güçlü bir film “Alice”.
Bu filmi “Bir Başka Kadın”dan farklı kılan üçüncü özelliği ise, daha komik, sıcak ve sempatik oluşu. “Radio Days / Radyo Günleri”nin, “A Midsummer Night’s Sex Comedy / Bir Yaz Gecesi Seks Komedisi”nin, “Hannah and Her Sisters / Hannah ve Kızkardeşleri”nin sevecenliğini yakalamak olası filmi izlerken. Bu da epeydir uzak kaldığımız Woody Allen mizahının yeniden yaşamımıza girmesi demek.
“Alice”in harika senaryosu Allen’ın bir dizi filminde kullandığı kimi teknikleri de içeriyor. Geriye dönüşte anıları canlanan kişinin bugünkü haliyle geçmişe gitmesi ve olaylara tanık olması bunun bir örneği. Bir diğer örnek ise Alice’in, Yang’ın muayenehanesinde hipnotize edildiğinde kocasıyla ilk tanıştıkları geceyi yeniden yaşaması…
“Alice”, çoğuna oyuncu, yazar ve yönetmen olarak imzasını attığı 20 filmi ardında bırakan Woody Allen isimli “küçük dev adam”ın yaratıcılığının düzeyinde hâlâ bir düşüş olmadığını kanıtlıyor. “Suçlar ve Kabahatler”le belki de en olgun ürününü veren Allen daha birçok başarılı filme imzasını atacak gibi görünüyor.
Güneş, 3 Temmuz 1991
Ödülleri:
En İyi Özgün Senaryo dalında Oskar ve Amerikan Yazarlar Birliği WGA Ödülü adaylığı
En İyi Yabancı Film dalında Cesar adaylığı
Alice
Senaryo ve yönetim: Woody Allen
Yapımcı: Robert Greenhut
Oyuncular: Mia Farrow (Alice), William Hurt (Doug), Joe Mantegna (Joe), June Squibb (Hilda), Alec Baldwin (Ed), Keye Luke (Dr. Yang), Cybill Shepherd (Nancy), Judy Davis (Vicki)
1990 ABD yapımı, 102 dakika
Gösterim tarihi: Haziran 1991
22 Nisan 2015 Çarşamba
Ovadaki Alevler
Kimi uzmanlara göre gelmiş geçmiş en başarılı ve ikna edici savaş karşıtı film... Modern 2. DS başyapıtları, örneğin -uzak kuzeni- “Letters From Iwo Jima / Iwo Jima'dan Mektuplar”, “Piyanist” veya “Saving Private Ryan / Er Ryan'ı Kurtarmak” bu filmin yanında hafif kalıyor... Onlar savaş filmi; bu ise “gerçeküstücü bir kabus”...
Tamer
Baran
IMDB: 8,0
Rotten Tomatoes: % 100
Manalı Filmler: 10,0
Rotten Tomatoes: % 100
Manalı Filmler: 10,0
Kon
Ichikawa'nın anısına
(20
Kasım 1915 – 13 Şubat 2008)
Uzaktan
bakıldığında dost sanılabilecek iki asker. Biri kırık ayağıyla
tek başına ilerleyemiyor, öteki sürekli aç, arkadaşının
kimbilir nereden bulduğu tütünleri askerlerle yer elması
karşılığı takas edemedikçe karnını doyuramıyor. Ticaret
yapamazsa ikisi için de bir şekilde erzak bulmak zorunda, daha
olmadı “maymun” öldürerek...
Bu
iki asker birbirlerine ölümüne muhtaçlar.
Ve
ikisi de, diğerini öldürmek için fırsat kolluyor; tütünleri
veya tüfeği çalmak için...
2.
Dünya Savaşı'nın son günleri, Filipinler... Japon ordusu
paramparça; kalan bir avuç asker dağınık, bazılarının silahı
yok, üniformaları dökülüyor, birinin bir ölüde daha iyisini
bulup terk ettiği eski botu bir diğeri şükranla karşılıyor...
“Nobi / Ovadaki Alevler” (1959) koca bir ordunun can çekiştiği
günleri veremli er Tamura'nın gözlerinden aktarıyor: Hastalığı
yüzünden diğerleri kadar başarıyla savaşamayacağı için
komutanı istemez onu, hastaneye geri yollar. Oradaki yetkilininse
önceliği yaralılardır; “Yürüyebiliyorsan hasta değilsindir”
diye tersler Tamura'yı... Kahramanımız rüzgarda savrulan bir
yaprak gibi ordusunun hezimetinin acılı köşelerinde dolanır
durur. Yürüdükçe birbirinden dehşetli insanlık hallerine tanık
olur. Örneğin, kırık ayaklı ile yoldaşının maymun eti
olduğunu savundukları yiyeceğin gerçekte ne olduğunu keşfetmek,
o koşullarda yaşarken bile ağır gelir Tamura'ya...
“Nobi”
öncelikle bir karakter çalışması: Terrence
Rafferty'nin belirttiği gibi Tamura, tüm sinema tarihinin belki de
en yalnız karakteri: Kendisine sırt çeviren bir orduya mensup;
dilini, adetlerini, yiyeceklerini bilmediği bir ülkede oradan oraya
sürüklenen, teslim olursa öldürüleceğinden korktuğu için
Amerikalılara, istilacılardan nefret ettikleri için Filipinlilere
de yaklaşamayan bir asker... Bu da tesadüf değil çünkü
Ichikawa: (filmlerinde) “Bir adamın kendi sınırlarını
zorladığı anların ağırbaşlılığını yakalamaya ve kendisini
yenmeyi başaranların yalnızlığını yansıtmaya çalıştığını”
söylemiş. Tamura da kendi sınırlarını “Hastane seni kabul
etmezse el bombanla kendini öldür” emrine karşı çıkarak, her
ne olursa olsun yaşamaya çalışarak zorluyor. Hem başına
gelenler, hem de tanık oldukları çok ağır olmasına rağmen...
İkincisi
“Nobi”, savaşı gerçekte olduğu haliyle perdeye yansıtmakta
çok başarılı... Shohei
Ooka'nın bir asker ve savaş esiri olarak kendi tecrübelerine
yaslanan romanından uyarlanan bu film o kadar ağır insanlık
halleri sergiliyor ki, modern 2. DS başyapıtları, örneğin
“Piyanist”, “Saving
Private Ryan / Er Ryan'ı Kurtarmak”
veya -uzak kuzeni- “Letters
From Iwo Jima / Iwo Jima'dan Mektuplar”, bu filmin yanında hafif
kalıyor... Onlar savaş filmi; bu ise “gerçeküstücü bir
kabus”...
O
kadar ki bazı uzmanlar “Ovadaki Alevler”i gelmiş geçmiş en
başarılı ve ikna edici savaş karşıtı film olarak
selamlıyorlar...
Ichikawa'nın
başarısı burada: maalesef savaş tam bu kadar acı bir şey...
Ve
maalesef bazen hayatta kalmak, ölmekten daha kötü olabiliyor...
Batı
ülkeleri Ichikawa'yı “Biruma
no tategoto / The Burmese Harp”ın (1956) Venedik Film
Festivali'nde ödül kazanmasıyla keşfetmişlerdi. Burma'daki Japon
askerlerinin yaşadıklarına odaklanan film, Yabancı Film dalında
Oskar'a aday gösterilmiş, ama “La Strada / Sonsuz Sokaklar”a
geçilmişti. Yönetmenin 3 yıl sonra bir başka savaş karşıtı
filmle çıkagelmesi sürpriz olmadı (Bugün de en çok bu iki
filmiyle anılıyor).
Bu
iki filmin ardından Ichikawa, kimi otoritelerce, tüm zamanların 5
büyük Japon yönetmeni arasında sayılır hale geldi (Diğerleri:
Akira Kurosawa, Kenji Mizoguchi, Mikio Naruse ve Yasujiro Ozu).
Bazılarıysa onu dönem dramlarından detektiflik öykülerine, aile
komedilerinden aşk hikayelerine çok çeşitli türlerde film
yaptığı için eleştiriyor, hem temaları, hem görselliğiyle
eklektik olduğunu düşünüyorlar. Ama onların bile reddedemediği
bir gerçek var: Ichikawa, Japon sinemasının dünyaya açılmaya
başladığı -kimilerinin “hümanist dönem” diye adlandırdığı-
2. DS sonrası yılların (Kurosawa,
Kinosuke Kinoshita ve Masaki Kobayashi ile birlikte) birkaç büyük
ustasından biri.
Ki
o dönem Japon sinemasının altın çağı idi...
Meraklısına:
Roman
geçen yıl bir kez daha uyarlandı; fakat o film hiç beğenilmedi.
Nobi
/ Fires on the Plain / Ovadaki Alevler
Yönetmen:
Kon
Ichikawa
Senaryo:
Natto Wada (Shohei Ooka'nın romanından)
Yapımcı:
Masaichi
Nagata
Oyuncular:
Eiji Funakoshi (Tamura),
Osamu
Takizawa (Yasuda),
Mickey
Curtis (Nagamatsu),
Mantarô
Ushio (Teğmen)
1959
Japonya
yapımı, 108
dakika
Gösterim
tarihi: -
DVD
firması: -
AçıkGazete, 16 Şubat 2015
ÖtekiSinema, 24 Şubat 2015
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)