Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

23 Mart 2012 Cuma

Sefiller

Çünkü “Sefiller” bir uyarlama değil, Hugo’nun eseri üzerine bir tür zihin alıştırmasıdır. Romana saygı duruşunda bulunan, bağımsız bir metindir; “kötü bir ‘Sefiller’ uyarlaması” olduğunu söylemek haksızlık olur

IMDB: 7.4
Rotten Tomatoes: %79
Manalı Filmler: 9,0

Avrupalı yönetmenlerden ikisine çok özel bir sempatim var: Lina Wertmüller ve Claude Lelouch… Wertmüller 1928 İtalya doğumlu, ilk filmini 1963’te yapıyor. 1937’de Fransa’da doğan Lelouch ise 1960’ta ilk filmini çekiyor. Lelouch’un yıldızı 1966’da -senaryo Oscar’ı aldığı- “Un Homme et une Femme / Bir Kadın Bir Erkek”le, Wertmüller’inki ise 1965’te “Let’s Talk About Men” ve 1972’de Cannes’da En İyi Yönetmen ödülüne değer görüldüğü “The Seduction of Mimi / Onuru Kırılmış Metalürji İşçisi Mimi” ile parlıyor.

Daha ilginci bu iki yönetmenin dünyalarının çok paralel olması. Lelouch’un daha estetik, Wertmüller’in daha ironik olması dışında birbirlerine o kadar yakın duruyorlar ki birini anlamak, ötekini tanımayı sağlıyor.

Deneyelim:

Lelouch filmlerinin bildiğimiz anlamda bir konuları yoktur. Çünkü Lelouch eserlerinde “hayatı” anlatır. Filmini -çoğunlukla- öykünün en başından, yani doğumdan başlatır, ana karakteri ölüme çok yaklaştığı döneme kadar izler.

Lelouch filmleri çok uzundur. Senaryolarını geniş tutar, ayrıntı gibi görünen onlarca olaya girer, çok esnek bir yapı kurar, bu yüzden insanda filmin daha kısa olması gerekirmiş duygusu uyandırır. Çağdaş film öyküleriyle kıyaslayınca Lelouch öyküleri klasik roman yapısını andırır. Arada uzun esler verse de malzemesi bir romandaki kadar yoğun ve dramatiktir.

Öykü, öyküleme ve senaryoda olduğu gibi reji anlayışında da başına buyruktur. Işıkla, renkle, görüntüyle oynar, yer yer denemeler yapar. İki dakika boyunca kamera oyuncunun yüzünde sabit kalırken, aynı filmin bir başka iki dakikası birkaç 360 dakikalık çevrinme ve onu izleyen çok uzun şaryolarla geçebilir. Çünkü o sahnelerini herhangi bir sinema anlayışına uygun olarak değil, kendi dünyasının gerektirdiği biçimde kurar.

Estetikten ödün vermez: Tam bir mükemmeliyetçi, has sinemacıdır… Filmleri ilk planından sonuncusuna sinema kokar. Yalnızca Lelouch filmlerinde rastlanabilecek öyle planlar vardır ki başlı başına birer sinema dersidirler. Çok sevdiği geniş açılı çekimlerle seyirciyi anlattığı dünyanın birinci elden tanığı haline getirir, “Sefiller”de olduğu gibi eşsiz bir görsel ziyafet çeker.

O kadar kendine özgüdür ki “Sefiller”i iki dakikadan fazla bir süre Belmondo’nun yüzünün yakın planıyla başlatabilir. Üstelik bu asla bağlı kalmak kaygısı gütmediği romandan alınmış bir sahneye ait ve fakat filmin içinde kullanmadığı bir plandır.

O kadar kendine özgüdür ki “Sefiller”i yaparken Bay Ziman’ın öyküsünü de araya sıkıştırıverir, seyirciyi, savaşın sürdüğünü ve Hitler’in ABD’ye iki atom bombası attığını sanan bir insanın dramıyla baş başa bırakır.

O kadar kendine özgüdür ki böyle bir “Sefiller” filmini ancak o yapabilir. Ortaya koyduğu eser çok özgür bir yapıdadır, o yüzden “uyarlama” biçiminde algılayanları şaşırtır.

Çünkü “Sefiller” bir uyarlama değil, Hugo’nun eseri üzerine bir tür zihin alıştırmasıdır. Soderbergh’in “Kafka”da yaptığı gibi Lelouch da Hugo’nun “Sefiller”ine çok uygun bir karakter yaratmış, onu “İnsanlık tarihinin en sefil dönemi” diye tanımladığı 20. yüzyılda yaşatmış, başından Jan Valjean’ın yaşadıklarına benzer olaylar geçirtmiştir. Film “Sefiller”e saygı duruşunda bulunan, bağımsız bir metindir; “kötü bir ‘Sefiller’ uyarlaması” olduğunu söylemek haksızlık olur.

O kadar kendine özgüdür ki “Sefiller”e selam yolladığı filminde romandan aynen alınmış sahnelere de yer verir. Sanki bu tavrıyla, kendisinden bir “Sefiller” uyarlaması bekleyenleri selamlamakta, “Bakın, Hugo’ya çok uygun bir biçimde de çekebiliyorum, ama canım böyle çekmek istemiyor, bu sahneleri aralara sizin için koydum” demektedir.

Dahası var: Hugo’nun “Sefiller”de yazdığı, insanların başlarından hep aynı olayların geçtiği biçimindeki tümceleri filmine yerleştirir, filmi çözümlemeye girişecek “dedektif seyircilere” en önemli ipucunu kendi elleriyle sunar.

Yani Lelouch tüm filmlerinde olduğu gibi “Sefiller”de de, insanların başından geçen işte o olayları, yani “hayat”ı anlatmış, kendi “Sefiller”ini yaratmıştır.

Lelouch işte bu kadar kendine özgüdür…

Sinema, sayı: 17, Mart 1996

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre
Ayrıca 4 ödül ve 1 adaylık

Les Misérables / Sefiller
Yapım, senaryo ve yönetim: Claude Lelouch (Victor Hugo’nun aynı adlı romanından esinlenilerek)
Görüntü yönetmeni: Philippe Pavans de Ceccatty, Claude Lelouch
Müzik: Francis Lai, Philippe Servain, Erik Berchot, Michel Legrand, Didier Barbelivien
Kurgu: Helene de Luze
Sanat yönetmeni: Jacques Bufnoir
Kostüm: Dominique Borg
Oyuncular: Jean-Paul Belmondo (Henri Fortin/Jean Valjean), Michel Boujenah (Andre Ziman), Alessandra Martines (Elisa Ziman), Ticky Holdago (Kibar serseri), Clementine Celarie (Catherine/Fantine)
1995 Fransa yapımı, 174 dakika
Dağıtımcı firma: Umut Sanat Ürünleri/UIP
Gösterim tarihi: 2 Şubat 1996

9 Mart 2012 Cuma

Harika Çocuk

Bu iki karakter arasındaki en temel farklılık, Carrie’nin içindeki nefreti karşısındaki insanlara yöneltip toplu kıyıma girişmesi, Pudra’nınsa ona düşmanlık besleyenleri anlayıp bağışlaması. Çünkü Pudra insanların ta içini görebilmekte, herkesin kendisinin çok farklı olduğunu düşündüğünü, oysa hepimizin aslında aynı olduğumuzu bilmektedir

IMDB: 6,2
Rotten Tomatoes: %47
Manalı Filmler: 8,5

Victor Salva “Powder” ile Holivud’un bu dönem içinde bulunduğu kendini yenileme çabasının simgesi olabilecek denli ilginç bir yapıta imzasını atıyor.

Doğuma giderken annesine şimşek çarptığı için olağanüstü bir beyne ve insanüstü güçlere sahip olarak doğan Pudra’nın öyküsünü anlatan “Powder”, Brian De Palma-Stephen King işbirliğinin ürünü “Carrie” tarzı bir “anormal yeniyetmenin doğaüstü güçleri ve diğerlerine yaşattığı kabus” filmi olabilecek malzemeye sahip. Salva’nın getirdiği asıl yenilik de bu noktada beliriyor: Genç yönetmen, bilinen tipte bir gerilim filmi malzemesinden, kimi toplumsal meselelere de parmak basan, ama asıl bir marjinalin yalnızlığını anlatan bir film yaratıyor.

Pudra da Carrie kadar yalnız bir insan aslında; onun annesinden nefret ettiği gibi o da babasından nefret ediyor, herhangi bir topluluğa katılamıyor, çevresindekiler tarafından sürekli aşağılanıyor, yaşamının her dakikasında nefreti yaşıyor. Daha önemlisi gerilim-şiddet edebiyatındaki çoğu kötü adamın tersine Pudra da Carrie gibi doğaüstü güçlerinin ne kadar önemli ve değerli olduğunu bilmiyor, onları “numara” olarak adlandırıyor, çevresindekilerden sempati toplamak için bunlardan yararlanıyor.

Pudra’yla ilgilenen hiç olmazsa birkaç kişinin olması dışında bu iki karakter arasındaki en temel farklılık, Carrie’nin içindeki nefreti karşısındaki insanlara yöneltip toplu kıyıma girişmesi, Pudra’nınsa ona düşmanlık besleyenleri anlayıp bağışlaması. Çünkü Pudra insanların ta içini görebilmekte, herkesin kendisinin çok farklı olduğunu düşündüğünü, oysa hepimizin aslında aynı olduğumuzu bilmektedir.

Bu kimliğiyle Pudra modern bir İsa görünümüne bürünüyor. Anlayan ve bağışlayan, tokat atıldığında öteki yanağını çeviren bir İsa… Bu yüzden finalde, o da İsa gibi insanlar arasında tümüyle yalnız bırakılacak ve gökyüzüne yükselecektir.

Böylece Salva başta yarattığı karakter olmak üzere filmini üzerine inşa ettiği tüm öğeleriyle, şiddet filmlerinden sevgi filmlerine dönüşmeye çalışan Holivud’un seyirci kitlesiyle buluşabilecek değerde ürünlerinden birini yaratmış oluyor. Ona bilim adamı gözüyle bakan fizik öğretmeni Donald (“The Fly / Sinek” filminden beri bu tür bilimsel çalışmalara ilgisini yitirmemişe benzeyen Jeff Goldblum), karısının hastalığıyla ilgilenmesini isteyen Şerif Barnum, çocuğa bir tür anne şefkatiyle yaklaşan öğretmen Jessie gibi karakterlerle çevrelenen Pudra’nın bu insanların varlık ve yardımlarına karşın sürekli evine dönmekten söz etmesi, yeryüzünde yapamayıp gökyüzünü yeğlemesi, filmin tematik yöneliminin bu doğrultuda olduğunu gösteriyor. Eve el koyan bankanın Pudra’nın kitaplarını bile alması, Şerif’in karısının oğluyla kocası konuşmadıkları için ölememesi ve belki de en önemlisi, Pudra’nın av meraklısı şerif yardımcısına can çekişen yaralı geyiğin acısını yaşatması gibi yan öykücük ve öğeler de Salva’nın filmini ilginç ve önemli kılan unsurlar.

Fakat asıl başarı kuşkusuz, genel olarak doğaüstü güçlerden söz eden gerilim filmlerini andırsa da, ana çerçeveyi oluşturan öğeler bakımından filmin yenilikçi tavrı. Şapkası, komik giyimi, tuhaf konuşma ve davranışları, tek bir kılı bile olmayan vücudu ile Pudra, bir eşine rastlamadığımız ve kolay kolay unutulmayacak kadar güçlü, değişik bir karakter.

Salva’nın gerilim yaratmak ve korumakta ne kadar başarılı olduğunu kanıtlayan kimi sahneler (özellikle Pudra’nın sinirlendiği iki sahne) alabildiğine göz doldururken, Pudra rolünde Sean Patrick Flannery’nin yanı sıra, Lance Henriksen’in oyunu da göz okşayıcı. Fakat asıl sürpriz iyi bir oyuncu olarak bilinse de uzun süredir takdire şayan bir performansını izleyemediğimiz Jeff Goldblum’dan geliyor.

“Powder”ın asıl söylemeye çalıştığı şeyleri dile getiren en güzel sahne, Donald’la fizikten ve arkadaşlıktan konuştukları, Hoca’nın çocuğa dokunduğu bölüm. Doğrusu Holivud ürünü bir filmde, uzun süredir böyle dokunaklı bir sevgi sahnesi göremediğimiz için “Natural Born Killers / Katil Doğanlar”daki repliği anımsayıp duruyorduk: “Holivud öpüşmenin anlamını unuttu mu?..”

Sinema, Sayı: 22, Eylül 1996

Powder / Harika Çocuk
Senaryo ve yönetim: Victor Salva
Yapımcılar: Roger Birnbaum, Daniel Grodnik
Görüntü yönetmeni: Jerzy Zielinski
Müzik: Jerry Goldsmith
Kurgu: Dennis M. Hill
Oyuncular: Sean Patrick Flannery (Pudra), Jeff Goldblum (Donald Ripley), Mary Steenburgen (Jessie Caldwell), Lance Henriksen (Şerif Barnum), Brandon Smith (Şerif yardımcısı Harley)
1995 ABD yapımı, 112 dakika
Gösterim tarihi: 19 Temmuz 1996

1 Mart 2012 Perşembe

Artist

Filmin senaryosu –günümüz anlayışına göre- zayıf çünkü ana karakterler bile hayli yüzeysel işlenmiş ve olay örgüsü de sessiz filmlerin mantığına uygun basitlikte. Fakat bunlar projenin iç mantığı gereği böyle; senaryo o kadar ustalıkla kaleme alınmış ki, günümüzün derin nedensellik anlayışına kasten sırt çeviriyor.

IMDB: 8,4 (116. sırada)
Meta Critic: % 89
Rotten Tomatoes: %97
Manalı Filmler: 10

İşte sinemasal zeka böyle bir şey…

Hazanavicius/Langmann ikilisi, -büyük kısmı- sessiz, siyah beyaz çekilmiş ve başrolünde iki “ünsüz” Fransız’ın yer aldığı bir filmle –tüm dünyada- hem ciddi ticari başarı, hem de bol ödül kazandılar (Meraklısına, önemine binaen normalden geniş tutulmuş “ödülleri” ara başlığını incelemesini öneririm: Aynı filmin hem Bağımsız Ruh Ödülü, hem Sezar ve Oskar almasına, üstelik Altın Palmiye için yarışmasına çok ender rastlanıyor). İki gün önceki Oskar töreni, “Artist”in son yılların en parlak projesi olduğunu sadece onayladı: bu film sinema tarihine çoktan geçmişti, 10 adaylığa rağmen tek bir Oskar alamasaydı bile bu gerçek değişmeyecekti.

“Artist” iki açıdan çok önemli ve değerli, önce sinema sanatı açısından değerlendirelim: 1920’lerin yıldız oyuncusu George Valentin’in düşüşünü ve küllerinden yeniden doğmasını anlatan eser, “sessiz film” olarak tasarlanmış ve kotarılmış. Finali ve rüya sahnesi dışında filmde ses (sadece diyalog değil, sesin hiçbir çeşidi) yok. Görüntü yönetimi ve müzik de sessiz sinema dönemine uygun ve ikisi de muhteşem. Oyunculuklar keza öyle… Reji o yılların anlayışına uygun olarak planlanmış ve başarıyla uygulanmış (örneğin zum gibi sonradan keşfedilen anlatım teknikleri kullanılmamış).

Dahası var: “Yurttaş Kane”in kahvaltı sekansı başta olmak üzere, Şarlo filmlerinden müzikallere, pek çok esere gönderme yapılmış, sinefillerin hemen fark edebilecekleri espriler eklenmiş (örneğin bazı film isimleri, öykünün ara başlıkları olarak kullanılıyor)...

Daha da ötesi: Hazanavicius ve Langmann mümkün olan her alanda sessiz sinema dönemine saygı göstermişler: Örneğin George’un evinde seyrettiği film bu proje için üretilmemiş, gerçek: 1920 yapımı “The Mark Of Zorro” (Tabii yakın çekimlerde Douglas Fairbanks değil, Dujardin görünüyor). Peppy’nin evi olarak kullanılan mekan ise sessiz sinema yıldızlarından Mary Pickford’a aitmiş.

Tüm bunların anlam ve önemini şu örnekle daha iyi anlayabiliriz: 1992’de büyük usta Richard Attenborough (“Gandhi”), Charles Chaplin’in yaşamını sinemaya uyarladı, ama “Chaplin” her şeyiyle yapıldığı döneme uygun bir filmdi, renkli ve sesli olması doğal karşılanmıştı. Hazanavicius ve Langmann ise hayali bir karakterin öyküsünü “sessiz film” olarak yaptılar.

Bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak filmin senaryosu –günümüz anlayışına göre- zayıf çünkü ana karakterler bile hayli yüzeysel işlenmiş ve olay örgüsü de sessiz filmlerin mantığına uygun basitlikte (Örneğin George kısa sürede 29 krizinde sıfırı tüketiyor, karısı evi terk ediyor, son filmi başarısız oluyor). Fakat bunlar projenin iç mantığı gereği böyle; senaryo o kadar ustalıkla kaleme alınmış ki, günümüzün derin nedensellik anlayışına kasten sırt çeviriyor.

Tüm bu başarısı yetmezmiş gibi “Artist”, “mana” bakımından da çok değerli bir film çünkü ana izleği “hayat dersi”… George çoğu insanın yaptığı gibi dönüşmek zorunluluğuna direniyor, hayatı bildiği gibi yaşamakta inat ediyor ve bu nedenle ağır dersler almak zorunda kalıyor… Filmde dendiği biçimiyle “gururu yüzünden” neredeyse her şeyini yitiriyor (köpeğinin ve Peppy’nin sevgisi hariç), hatta “sembolik” bir ölüm yaşıyor (yangın sahnesi), sonunda sinemaya ve Peppy’ye duyduğu sevgiye tutunarak “diriliyor”.

Üstelik “kendi sesini” de bulmuş olarak…

Ödülleri:
En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu, Müzik ve Kostüm dallarında 5 Oskar ödülü; 5 dalda Oskar adaylığı (Özgün Senaryo dahil)
Cannes Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu ödülü (ayrıca film Altın Palmiye için yarıştı)
En İyi Film, Yönetmen, Kadın Oyuncu ödülleri de dahil olmak üzere 6 Sezar; ayrıca 4 Sezar adaylığı
Amerikan Film Enstitüsü Özel Ödülü
En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu ve Görüntü Yönetmeni dallarında Bağımsız Ruh Ödülü (Independent Spirit Award); Senaryo dalında BRÖ adaylığı.
Ayrıca 63 ödül ve 64 adaylık.

Meraklısına:
Adet olduğu üzere “Artist”in tüm başarısı yönetmenine mal ediliyor. Projenin asıl yapımcısı Langmann’ın, Jan Kounen’e sınıf atlatan “Blueberry / Olağanüstü Macera”da da imzası olduğunu anımsamakta yarar var (Ki o da ABD’de çekilen bir Fransız filmiydi). Ayrıca Langmann, “L'instinct de Mort / Ölümcül İçgüdü”nün ve devam filminin de yapımcısı.

Her başarılı filmde olduğu gibi “Artist”in kökeninde de tutku var: Hazanavicius yıllardır bir sessiz film yapmak istiyormuş. Hayranı olduğu filmcilerin çoğunun sessiz sinema döneminde çıkmış olmasının yanı sıra o türün diğerlerine kıyasla daha fazla “görüntüye dayalı” olduğunu düşünüyormuş... Fakat kimse bu arzusunu ciddiye almamış, 2006 ve ondan 3 yıl sonra çektiği casusluk komedileri gişede başarılı olunca yapımcılar sessiz film düşüncesiyle ilgilenmeye başlamışlar. Sessiz filmleri ve o dönemin Holivud’unu uzun süre inceleyen Hazanavicius en başarılı eserler melodram türünde olduğu için yapacağı filmin de aynı kategoride olması gerektiğine karar vermiş. Tasarladığı senaryoyu 4 ayda yazmış ve hazırlıklar sürerken doğru anlatım biçimlerini tespit etmek üzere 20’lerin filmlerini incelemiş. Filmin çekimleri toplam 35 günde tamamlanmış. Sette Hazanavicius klasik Holivud filmlerinden müzik çaldırmış.

Bu filmdeki çalışması çok beğenilen görüntü yönetmeni Guillaume Schiffman, sonuçta ortaya çıkacak filmin 1920’lerde çekilmiş gibi görünmesi için gereken tüm önlemleri almış, kamera hareketleri, objektif seçimi ve ışık, tasarlanan filmin teknik özelliklerine göre uygulanmış. Ayrıca: Siyah beyaz gösterilecek olmasına rağmen filmi renkli ve -24 değil- 22 kare olarak çekmiş, böylece normalden “biraz daha hızlı” bir film elde edilmiş.

1976 tarihli “Silent Movie / Sessiz Film”den beri sinema salonlarında yaygın dağıtılan ilk sessiz film.

Dujardin ve Bejo’nun özellikle final sekansındaki hareketleri yapabilir hale gelebilmeleri için yaklaşık 5 ay çalışmaları gerekmiş (Bu amaçla, ünlü “Singin’ in the Rain / Yağmur Altında” filmi için 1952’de Debbie Reynolds ve Gene Kelly’nin prova yaptığı stüdyo kullanılmış). “Şimdi filmi izlediğimde ne kadar hızlı dans ettiğimize inanamıyorum” diyor Bejo: “çünkü provalar gerçekten çok zordu. Bazen ayaklarım hala ağrıyor gibi geliyor.”

Peppy’nin George’u ziyaretinden sonraki sahnede, arabadaki genç adama “Beni eve götür, yalnız kalmak istiyorum” demesi 1932 tarihli “Grand Hotel” filmine bir gönderme olarak yorumlanmış. Çünkü o filmin en çarpıcı anlarından birinde Greta Garbo “Yalnız kalmak istiyorum” diyormuş… Ayrıca Peppy sesli filme de uyum sağlayan bir sessiz film yıldızı olan Garbo’ya, George ise sesli dönem başlayınca ününü kaybeden John Gilbert’a benzetiliyor.

Açık Gazete, 27 Şubat 2011

The Artist / Artist
Senaryo ve yönetim: Michel Hazanavicius
Yapımcılar: Thomas Langmann, Emmanuel Montamat, Jeremy Burdek, Nadia Khamlichi, Adrian Politowski, Gilles Waterkeyn
Oyuncular: Jean Dujardin (George Valentin), Bérénice Bejo (Peppy Miller), John Goodman (Al Zimmer), James Cromwell (Clifton), Penelope Ann Miller (Doris)
2011 Fransa, Belçika ortak yapımı, 100 dakika
Gösterim tarihi: 27 Ocak 2012
DVD Firması: Bir Film