Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

15 Şubat 2013 Cuma

Venüs’le Buluşma


Szabo, bununla kalmıyor, kapitalist düzende sanat eserinin metalaştırılması sürecini eleştiriyor, birleşme çabasındaki Avrupa ülkeleri insanlarının görünmeyen ırkçı yüzlerini sergiliyor, kapitalist toplumda yaşarken, sanatlarından çok sendikal haklarına kafa yormaları gereken sanatçıların durumlarına eğiliyor ve bir aşk öyküsü anlatıyor

IMDB: 6.7
Rotten Tomatoes: % 100
Manalı Filmler: 9.0


Kimi filmler vardır; yönetmeninin başarısına şapka çıkartsanız da yeterince iletişim kuramazsınız. 
Örneğin bir arkadaşınız sorduğunda hararetle “Mutlaka gör, harika bir film,” diyemezsiniz.

Macar usta Istvan Szabo’nun filmleri -itiraf etmeliyim ki- benim için hep böyle oldu. Sanatçının gerek festivalde izlediğim “Hanussen”i için ve gerekse sinema yazarlarınca geçen yılın en iyi yabancı filmi seçilen “Mefisto”su için hep aynı tanımlamayı yaptım: Sinemasal bakımdan hayranlık uyandıracak denli usta işi, ama soğuk filmler…

Szabo’nun iki filminde de gördüğümüz sinemasal tavrı ustaca olsa da sonuç aynıydı: Filmleriyle yeterince iletişim kurulamıyordu. Film seyretmekten çok ders dinler gibi hissediyordum kendimi, hatta Szabo’nun emin olduğum ustalığının filmdeki yansımalarını bile keyifle, tadına vararak izleyemiyordum.

Bu şu demek: Szabo’nun iki filmi de bana, ustalıkta ondan aşağı kalmayan Emir Kusturica’nın “Time of the Gypsies / Çingeneler Zamanı” kadar tat vermemiştir. Daha da ileri gideyim, Szabo’yla kıyaslandığında “yeni yetme” kalacak Guiseppe Tornatore’nin filmleri, ille de “Stanno Tutti Bene / Herkesin Keyfi Yerinde” benim için Szabo filmlerinden çok daha farklı bir önem taşır.

Bu düşüncelerle gittiğim “Venüs’le Buluşma”, beni şaşırttığı kadar sevindirdi de. Szabo, eskisi kadar usta kuşkusuz. Sinema dili yine aynı. Ama bu film, “Hanussen”den de “Mefisto”dan da farklı.

Çünkü “Venüs’le Buluşma”, her şeyden önce insancıllığıyla öne çıkan bir film. Szabo diğer iki filminde olduğu gibi yine bir sanatçıyı eksen almış; bu kez tematik farklılık, sanatçı-iktidar ilişkisini değil, sanatçılar topluluğunun özel ilişkilerini konu almasında, bir sanat eseri yaratma sürecinin perde arkasını vermesinde.

Paris’te Wagner’in ünlü operası “Tannhauser”i sahneye koymaya çalışan Macar orkestra şefi Szanto’nun ve çevresindeki sanatçılar mozaiğinin ilişkilerini anlatan Szabo, bununla kalmıyor, kapitalist düzende sanat eserinin metalaştırılması sürecini eleştiriyor, birleşme çabasındaki Avrupa ülkeleri insanlarının görünmeyen ırkçı yüzlerini sergiliyor, kapitalist toplumda yaşarken, sanatlarından çok sendikal haklarına kafa yormaları gereken sanatçıların durumlarına eğiliyor ve bir aşk öyküsü anlatıyor.

Szabo’nun ustalığı orada ki, tüm bunları, en küçük ayrıntısına kadar özenle çalışılmış ve asla aksamayan bir filmde toplamayı başarıyor.

Siz de benim gibi Szabo filmlerine ısınamadıysanız bir de “Venüs’le Buluşma”yı deneyin: Çok büyük olasılıkla bu kez beğeneceksiniz; karşımızdaki kusursuz ve büyük bir sanat eseri çünkü.

Güneş, 2 Ocak 1992

Ödülleri:
Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarıştı, Close En İyi Kadın Oyuncu ödülüne değer görüldü.
Ayrıca 1 ödül daha.

Meraklısına:
Filmin görüntü yönetmeni Lajos Kaltai, “Malena” ile Oskar’a aday gösterilmiş, “Fateless / Kadersizlik” ile Berlin’de Altın Ayı kazanmış bir isim. Görüntüsünde imzası bulunan diğer filmler arasında “The Legend Of 1900 / 1900 Efsanesi”, “Hanussen” ve “Wrestling Ernest Hemingway / Ernest Hemingway ile Güreşmek” de bulunuyor. 


Meeting Venus / Venüs’le Buluşma

Yönetmen: Istvan Szabo

Senaryo: Istvan Szabo, Michael Hirst

Yapımcı: David Puttnam

Oyuncular: Glenn Close (Karin Anderson), Niels Arestrup (Zoltan Szanto), Moscu Alcalay (Jean Gabor), Macha Meril (Bayan Malikoff), Johanna Ter Steege (Monique Angelo), Erland Josephson (Picabia), Maria De Mederios (Yvonne)

1991 İngiltere, Japonya, Amerika ortak yapımı, 119 dakika

Dağıtımcı firma: İstanbul Film Ajansı

Gösterim tarihi: 20 Aralık 1991






1 Şubat 2013 Cuma

Savaş Atı



Yaşamın işleyiş biçimine duyulan sevgi ve hayranlık ise filmin daha gizli temaları. Hiçbir orduyu “düşman”, hiç kimseyi “kötü” göstermeyen bir savaş filmi bu. Dahası var: Spielberg artık -ruhsal olgunluk bakımından- o kadar ileri bir noktada ki, savaşı da yargılamıyor…

IMDB: 7,2
Rotten Tomatoes: % 77
Manalı Filmler: 10

Yeni filmiyle Spielberg, hiç düşmeyen performansına alışkın ve hem yeteneğine, hem bilgeliğine hayran olanları bile şaşırttı.

“Schindler’s List / Schindler’in Listesi” gibi başyapıtlarını bile –her açıdan- geçen bir film çekebileceği kimin aklına gelirdi?

Hele bu içerik, böyle bir bakış açısı…

Genelde beğenilmesine karşın “Savaş Atı” henüz hak ettiği yere konamıyor; “Citizen Kane / Yurttaş Kane” gibi, değeri ve önemi zamanla daha iyi anlaşılacak.

Orson Welles “Kane”de insanın ne kadar muazzam ve karmaşık bir yapı olduğuna dikkat çekmişti.

Spielberg ise hayata saygı duruşunda bulunuyor: Asıl muhteşem olan o…

“Eğlencelik” filmler de çekiyor oluşu kafaları karıştırsa da, müthiş bir hümanisttir Spielberg, “The Color Purple / Mor Yıllar”dan “The Terminal”a, 10’dan fazla filmde, siyasi ve ulusal farklılıkların ötesine ulaşarak “insan” hikayeleri anlattı. Kendi Yahudi kimliğinin de üzerine çıkmayı başardığı 2. DS filmi de var: “Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak”… Bununla da kalmayıp “Munich / Münih”te İsrail devletini açıkça eleştirdi.

Muhalifleri görmek istemeseler de sevgi adamıdır, inançlıdır, spiritüel temalarla da yakından ilgilidir (Örneğin “Minority Report / Azınlık Raporu” kader-özgür irade meselesini irdeler) ve mesela “Close Encounters of the Third Kind / Üçüncü Türden Yakınlaşmalar”da kanıtladığı gibi açık fikirli ve cesurdur.

Ayrıca epik serüven filmlerine düşkündür ve sinema sanatına sadakatinden asla taviz vermemiştir. Artık sayıları iyice azalan büyük, seyirciyi “büyüleyen” filmlerin adamıdır o.

Tüm bunlara gücünü, ününü ve olağanüstü yeteneğini ekleyince, “War Horse” gibi “zor” bir proje için ideal yönetmen olduğu ortada.

Bu film de Spielberg için ideal: İstediği, bir süredir özlediği her şey var içinde. Arzu ettiği biçimde şekillendirmeye çok uygun ve öykünün temeli: Sevgi...

Tüm bu nedenlerle o da çok sevmiş projeyi, büyük bir aşkla çalıştığı filmin her karesinden belli. Tek kelimeyle mükemmel bir iş çıkarmış, oyunculuklar, görsel yapı… her şey muhteşem…

Sadece Spielberg değil, romanı sinemaya uyarlamak üzere ilk harekete geçen kişi olan Revel Guest’ten ilk senaryoyu yazan Lee Hall’a kadar pek çok insan bu hikayeyi çok sevmiş, sevgilisine perdede kavuşmayı düşlemiş.

O yüzden aslında bu filmi okumak zor değil: Tabii ki sevgiyi anlatıyor. Ama sadece Albert ile atı Joey arasındaki duygu alışverişini değil, Fransız’ın torununa, Alman’ın kardeşine duyduğu sevgiyi de. Hatta –insanların geçinemeyeceklerini sandığı- iki at arasında oluşan dostluğu da.

Yaşamın işleyiş biçimine duyulan sevgi ve hayranlık ise filmin daha gizli temaları. Hiçbir orduyu “düşman”, hiç kimseyi “kötü” göstermeyen bir savaş filmi bu. Dahası var: Spielberg artık -ruhsal olgunluk bakımından- o kadar ileri bir noktada ki, savaşı da yargılamıyor (Stanley Kubrick’in ünlü bir sözü vardır: “Full Metal Jacket”ta savaşı “Tanrı’nın gördüğü şekliyle” anlatmak istediğini söyler, iyi veya kötü olarak değil, olduğu gibi). İstese örneğin iki Alman gencin kurşuna dizildiği planı –genelde yapıldığı gibi- onların tam karşısından çekip silahlar patlamadan evvel baş planına keserek izleyicisini duygulandırmaya çalışabilirdi. Atın ikinci “sahibi” Yüzbaşı Nichols’un öldüğü an da yok filmde. Ama örneğin tel örgülere takılan atı kurtarmak için “düşman”la işbirliği yapan askerler var.

Çünkü bu filmin odağında ölüm değil hayat duruyor.

Kötülüğe prim vermeyi reddeden bir film yapmış Spielberg, seyircisini de o bilgeliğe davet ediyor. Posta güvercinleriyle ilgili hikaye, hem filmin şifresi, hem de nasıl yaşamak gerektiğine ilişkin bir kıssa: Asıl cesaret (ve olgunluk) savaşın üzerinden uçabilmekte…

Aşağıda yaşanan trajediye katılmayı, taraf olmayı reddederek…                      

Ödülleri:
En İyi Film, Müzik (John Williams), Kurgu (Michael Kahn), Sanat Yönetmeni, Ses ve Ses Kurgusu dallarında Oskar adaylığı
Amerikan Film Enstitüsü Yılın Filmi Ödülü
Ayrıca 4 ödül ve 29 adaylık.

War Horse / Savaş Atı
Yönetmen: Steven Spielberg
Senaryo: Lee Hall, Richard Curtis (Michael Morpurgo'nun romanından)
Yapımcılar: Kathleen Kennedy, Steven Spielberg
Yürütücü yapımcılar: Revel Guest, Frank Marshall
Oyuncular: Jeremy Irvine (Albert Narracott), Peter Mullan (Ted Narracott), Emily Watson (Rose Narracott), Celine Buckens (Emilie), Niels Arestrup (Emilie’nin dedesi), David Thewlis (Lyons), David Kross (Gunther), Tom Hiddleston (Yüzbaşı Nicholls)
2011 ABD yapımı, 146 dakika
Gösterim tarihi: 3 Şubat 2012
DVD firması: Tiglon / Walt Disney Studios Home Entertainment

Açık Gazete, 13 Şubat 2012

Seçme replikler:
Belki de cesur olmanın farklı yolları vardır. Fransız posta güvercinlerinin en iyisi olduğunu, biliyor muydun? Mesajlarımızın yerine ulaşması savaşın gidişatını değiştirebilir. Bunlar cephede bırakılıyor ve evlerine gidiyorlar. Tek bildikleri bu. Evlerine varmak için savaş alanının üstünden geçmeliler. Acı ve dehşet dolu bir alanın üstünden geçerken aşağı bakamazsın. İleriye bakmalısın, yoksa asla evine ulaşamazsın. Sorarım sana, bundan daha cesurca ne olabilir?