Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

25 Ağustos 2011 Perşembe

Hiroşima Sevgilim

IMDB: 8,0
Rotten Tomatoes: %95
Manalı Filmler: 9,5

Sinema tarihinin kilometre taşlarından biri...

Bu filmin çekiciliği ve gücü, öncelikle temelindeki benzersiz fikirden geliyor: Ölmenin en korkunç ve çirkin, yaşamanın en coşku dolu ve güzel hallerinin sentezi…

Hiroşima, 1959, bir otel odası… Barış temalı bir filmin çekimleri için kentte bulunan Fransız oyuncu Elle, Japon mimar Lui ile sohbet etmektedir. Tek gecelik bir ilişki yaşanmıştır, zaten kadın sonraki gün ülkesine dönecektir. İkisi de evlidirler, üstelik eşleriyle mutludurlar. Yine de ilişkileri umulmadık biçimde derinleşir… O kadar ki, an gelir Elle hayatında ilk kez birine geçmişini anlatır: 2. Dünya Savaşı sırasında, genç bir kızken, coşkulu bir aşk yaşadığı Alman’ı, hem unutmaya, hem canlı tutmaya çalıştığı o düşman gencini…

Dışarda 14 yıl önceki felaketin izleri hala canlıdır: Elle’in gezdiği müzelerdeki, rol aldığı filmde kullanılan afişlerdeki fotoğraflar izleyicinin de gözlerini acıtır: Yanmış bedenler, radyasyon yüzünden biçimini kaybetmiş organlar, dökülmüş saçlar…

İçeride 16 yıl önceki felaketin izleri hala canlıdır: Elle anımsar ve Lui’ye anlatırken, savaş sırasında Nevers’te yaşananlar izleyicinin de yüreğine kazınır: Alman askerin ölümü, o küçük kent işgalden kurtulduğunda Elle’in hain muamelesi görmesi, soğuk bir mahzende sevgilisinin adından başka hiçbir şey bilmeden geçirdiği haftalar, aylar…

Böylece film kişisel acıyla toplumsal trajediyi birleştirir. Seyircisini her ikisinin de en derinine inmeye, en karanlık labirentlerinde dolaşmaya zorlar. Havasızlıktan boğulana veya bir çıkış bulana dek…

O kör kuyuda seyirci Elle’in 1943 ve 1959’da yaşadıklarından o kadar etkilenir ki düşünmek zorunda kalır: Ayrı ülkelerden üç insanın yaşantısı, düşleri, hayalleri, korkuları bu kadar çarpıcı olduğuna göre, bir kente atom bombası atıp 9 saniye içinde 140 bin kişiyi öldürmeye kimin ne hakkı var, kim nasıl açıklayabilir bu kıyımı?

Senaryoda Duras, bilinen öyküleme tekniklerine sırt çevirip belleğin akışını izleyen, hayli şiirsel bir anlatı kurar. Ve Resnais olağanüstü biçimde cesurdur, metni filme aktarırken, sadece hikayeye ve işlenen temalara sadık kalır, onları iyi aktarmak adına, -hele de zamanı için- çok ileri, hayli uç sayılabilecek teknikler uygular: Doğrusal akış izlemeyen, hatta çok kısa geriye dönüş sahneleriyle sık sık bölünen bir anlatı, şok kurgu, belgesel görüntülerin kurmacayla iç içe kullanılması, bazı sahnelerin mizansene değil fotoğrafa (birbiriyle bütünleşmeyen planlara) yaslanması gibi…

Sonuçta ortaya benzersiz bir film çıkar, 60 yıl sonra da dimdik ayakta kalmayı başaran bir anıt, dahiyane yazıldığı ve ustaca yönetildiği için seyircisinde kişisel bir atom bombası etkisi yapan savaş karşıtı bir belge…

Ödülleri:
En İyi Özgün Senaryo dalında Oskar’a aday gösterildi, Altın Palmiye için yarıştı.
Ayrıca 3 ödül ve 3 adaylık.

Açık Gazete, 5 Ağustos 2011

Meraklısına:
O tarihten önce çoğu kısa metrajlı 30’a yakın film çekmiş olan Resnais, atom bombasıyla ilgili bir belgesel yapmak üzere çalışmaya başlayınca düşüncesini değiştirmiş ve kurmaca bir senaryo yazması için Duras’la iletişime geçmiş… Biraz da bu yüzden belgeselle kurmacanın benzersiz bir sentezi olan film o kadar ses getirdi ki Resnais’ı da dünya çapında üne kavuşturdu, yirmiye yakın sinema filmi içinde de hala en ünlüsü “Hiroşima Sevgilim”…

Filmin senaryosu da ülkemizde yayımlandı. Üstelik Cevap Çapan çevirisi, kaçırmayın.

Hiroshima Mon Amour / Hiroşima Sevgilim
Yönetmen: Alain Resnais
Senaryo: Marguerite Duras
Yapımcılar: Anatole Dauman, Samy Halfon
Oyuncular: Emmanuelle Riva (Elle), Eiji Okada (Lui), Stella Dassas (Anne), Pierre Barbaud (Baba), Bernard Fresson (Alman sevgili)
1959 Fransa, Japonya ortak yapımı, 90 dakika, siyah beyaz
DVD firması: As Sanat

Aşk Üzerine Bir Film

Dozunda kamera kullanımı, sağlam sinema dili, hilesiz anlatımı, ekonomik müziğiyle de etkileyici bir film Kieslowski’nin yapıtı. Yapay Hollywood aşklarından bıkmış ve insancıl bir şeyler izlemek isteyen seyirci için ideal bir seçim

IMDB: 8.3
Rotten Tomatoes: % 100
Manalı Filmler: 9.0

İlk aşk, ilk cinsel ilişki hemen tüm insanların yaşamında özel bir yere sahip kuşkusuz.

Bu genelleme, 19 yaşındaki deneyimsiz postane memuru Tomek için de geçerlidir. Belki şu farkla: Tomek ilk aşkını yaşıtı kızlar arasından ve okul gibi doğal bir çevreden bulmaz. Onun aşkı site komşusu Magda’dır. Her gece teleskopunun başına geçip umutsuzca izlediği, yalnız yaşamına, sevgilileriyle ilişkilerine tanık olduğu, 30 yaşındaki Magda.

Aşık olmak zor iştir; ya ötesi kolay mı? Magda, Tomek’in varlığından bile haberdar değildir. Arada sırada gelen telefonlardaki gizemli “soluk”, uzak durulması gereken bir yabancıdır Tomek onun için… Kadına nasıl açılacağını bir türlü bilemez delikanlı, her fırsatta karşısına çıktığı halde bir türlü konuşamaz.

Gün gelecek Tomek gizli duygularını anlatmak zorunda kalacaktır Magda’ya. Ardından gelecek olansa, Magda ile Tomek arasında kurulan garip bir arkadaşlık ve rollerin değişimidir.

Polonyalı usta yönetmen Krzysztof Kieslowski, 10 Emir’den esinlenerek çektiği dizi filmlerin aşk konulu ikincisi için böyle bir öykü seçmiş. Yalın ve çarpıcı bir öykü…

Filmin iki baş kişisi arasındaki farklılıklar, aşk ilişkisinin kendisinin sık rastlanmayan türden oluşu, filmin etkisini artıran unsurların başında geliyor. Öyle ki ana karakterler arasındaki eşitsizlik bile, üzerinde epey düşünülmesi gereken bir motif.

Magda görmüş geçirmiş, yaşadığı ilişkiler yüzünden artık aşka inanmayan, insan ilişkilerinde inandığı tek unsur olan cinselliği farklı erkeklerin kollarında, geçici ilişkilerle yaşamaya çalışan bir kadın. Bu haliyle Magda, özellikle kapitalist toplumlarda yaşayan; yalnız, mutsuz, doyumsuz; dine, ahlağa ve pek çok toplumsal değere sırt çevirmiş, inançsız bireyi simgeliyor.

Tomek ise tüm saflığıyla henüz bozulmamış olanın bir simgesi. Aşka inanıyor, ona ulaşmaya çalışıyor. Utangaç, fazlasıyla kırılgan... Deneyimli Magda karşısında tutunamayacak, onunla aşık atamayacak denli bilgisiz.

Ama yine de bir üstünlüğü vardır Tomek’in: İnsancıllığı… Öyle ki Tomek giderek inançsız Magda için bir öğretici, bir yol gösterici oluyor, ona yitirdiği güzellikleri anımsatıyor. Yoksa Magda bu çocuksu ilişkiden neden o kadar etkilensin, alt üst olsun? (Tomek’in yanında kaldığı yaşlı kadın Magda’ya “Size aşık oldu,” diyor, “Kötü bir seçimdi”. Magda onaylıyor: “Evet, kötü”.)

Öyküsünün yanı sıra tüm sinemasal özellikleriyle de hayli başarılı bir yapıt “Aşk Üzerine Bir Film”.

Alıştığımız Hollywood yıldızlarına pek benzemeyen oyuncuları; son derece sıradan bir fiziğe sahip Lubaszenko ile güzel sayılabilecek ama bir yıldızın çekiciliğinden yoksun Szapolowska, önce fizikleriyle “bizim gibi” insanları sergiliyor, ardından oyunculuklarıyla insancıl dramları başarıyla yansıtıyorlar.

Dozunda kamera kullanımı, sağlam sinema dili, hilesiz anlatımı, ekonomik müziğiyle de etkileyici bir film Kieslowski’nin yapıtı. Yapay Hollywood aşklarından bıkmış ve insancıl bir şeyler izlemek isteyen seyirci için ideal bir seçim. Tabii, bu kadar az çıplaklıkla ve hiç sevişme göstermeden bunca erotik bir film yapabilme becerisini izlemek de az şey değil.

İFA’ya teşekkür:
Son dönemde izlediğimiz “Rembetiko”, “Diary of a Death Foretold / Kırmızı Pazartesi”, “Meeting Venus / Venüs’le Buluşma”, “Rhapsody in August / Ağustosta Rapsodi” ve “Aşk Üzerine Bir Film” gibi filmlere, yakında gösterilecek olan “Oci Ciornie / Siyah Gözler”i, “Ziemia Objecana / Vaatler Ülkesi”ni ekleyince ortaya etkileyici bir tablo çıkıyor. Hollywood’un at oynattığı sinema piyasamızda, Japonya’dan Sovyetler Birliği’ne, Polonya’dan Macaristan’a farklı ülkelerden ve Kurosawa, Szabo, Kieslowski, Rosi gibi usta yönetmenlerden bunca güzelim yapıtı bize izleme olanağı veren dışalımcı şirketlerimiz sinemaseverlerin takdirini kazanıyorlar. Bu görkemli tablonun oluşmasında aslan payı ise İstanbul Film Ajansı’nın.

Teşekkürler IFA.

Güneş, 2 Ocak 1992

Meraklısına:
İFA Onat Kutlar’ın firmasıydı. Şair ve yazar Kutlar, 1965’te kurduğu Türk Sinematek Derneği’ni uzun süre yönetmiş, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı İcra Kurulu'nda da görev yapmıştı. “Hakkari’de Bir Mevsim” ve “Hazal” gibi ödüllü filmlerimizin senaryosunu da yazan Kutlar, 30 Aralık 1994’te The Marmara Oteli’ne yapılan bombalı saldırıda ağır yaralanmış, 11 Ocak’ta vefat etmişti.

Krótki film o milosci / A Short Film About Love / Aşk Üzerine Bir Film Yönetmen: Krzysztof Kieslowski
Senaryo: Krzysztof Kieslowski, Krzysztof Piesiewicz
Yapımcı: Ryszard Chutkowski
Oyuncular: Grazyno Szapolowska (Magda), Olaf Linde Lubaszenko (Tomek), Stanislaw Gawlik (Postacı), Piotr Machalica (Roman)
1988 Polonya yapımı, 86 dakika
Dağıtımcı firma: İstanbul Film Ajansı
Gösterim tarihi: 27 Aralık 1991
DVD firması: Saga

19 Ağustos 2011 Cuma

Dövüş Kulübü

Fincher’a göre sağlam temel bilgidir. Bilgi insana kendi gücünü öğretir, aslolan da budur, çünkü birey sistemin/toplumun dayatmalarına sadece içindeki gücü kullanarak karşı çıkabilir

IMDB: 8,8 (14. sırada)
Rotten Tomatoes: % 81
Manalı Filmler: 9,5

David Fincher ölmüş olsa ve “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorsalar, birbiriyle çelişen sıfatlar kullanırdım: “Parlak bir yetenekti. Bize ayna tutardı. Tehlikeli bir adamdı. Şakacı bir çocuktu. Önemli bir sinemacıydı. Çok duyarlıydı. Seyircisine oyun oynamaktan hoşlanırdı. Müthiş analizler yapardı. İnsanları çok severdi. Gerilla ruhu taşırdı. Hollywood’dan çıkan son ‘auteur’dü. İnsafsızdı. Entelektüeldi. Depresifti. Ona hâlâ çok seviyorum.”

Fantezi bu ya, “Peki ya ‘Dövüş Kulübü’ nasıldı?” diye de sorsalar tek cümleyle yanıtlardım: “Tam bir David Fincher filmiydi.”

“Alien 3”, “Se7en / Yedi” ve “The Game / Oyun”, kendi reji tarzını geliştirmiş, öykü anlatmayı iyi bilen, atmosfer kurmakta becerikli bir yönetmenin ürünleriydi. Fincher özellikle “Yedi”de, çağdaş uygarlığa ilişkin düşüncelerini ortaya koydu, “lider ülke” ABD’nin kimi açılardan cehennemden farksız olduğunu savundu, gurur duyulan ekonomik ve siyasal gelişmelerin sıradan bireyler üzerindeki etkisinin korkunç olabileceğini gösterdi.

“Dövüş Kulübü” ise yönetmenin kimi -bilmediğimiz- yönlerini deşifre ediyor, anlattığı öykü ve karakterleriyle (Flaubert’in “Madame Bovary benim” dediği anlamda) ciddi bir özdeşleşme içinde olduğunu gösteriyor. Fincher yine bir bireyin, sistemin şekillendirdiği toplumla ve hayatla ilişkisinin yeniden tanımlanması sürecini anlatıyor ama bu kez çok daha serbest bir stil kullanıyor, yeni öyküleme teknikleri geliştiriyor, Müfettiş’in Tyler’ı tanıttığı sahnelerde belgesel üslubuna geçip araya sıkıştırdığı diğer sinemaya dair esprilerle de seyircisini oyuna katılmaya davet ediyor.

Bu çağrıyı kabul edip Fincher’ın da Tyler’vari bir tutumla kendi filmine porno parça koymasından keyif almak mümkün, filmi sadece kimi bölümleriyle değerlendirip faşizm söylemini geliştirdiğini iddia etmek de… Yönetmenin, adeti olduğu üzere bize tuttuğu aynadan kendimize dair bilgiler edindiğimiz için mutlu da olabiliriz, aynayı parçalama isteğiyle de dolabiliriz. Oraya buraya bomba koymayı savunduğunu varsaymak da bize kalmış, iyi yönetmenlerin mesaj vermek gibi bir dertleri olmadığını düşünüp Fincher’ın sorularını ciddiye almak da.

Bu filmin soruları çok ve hayli de ilginçler. Örneğin Tyler Müfettiş’e diyor ki: “Babamızı Tanrı yerine koyduk ve o bizi terk etti; öyleyse Tanrı’ya ne oldu?”. Başka sorular da var: “Ülkemizi seviyorduk. Amerikan rüyası yalan çıktı. Üstelik proletarya da devrimci işlevini yitirdi. Öyleyse toplumu hangi sınıf dönüştürecek? Hizmet sektörü çalışanları ve beyaz yakalılar mı? Eğer onlarsa, kullanacakları yöntemler tarihteki örneklerden ne kadar farklı olur? Öfkeleri daha mı büyüktür?”

Fincher’ı asıl ilgilendiren bireyin tüm bunlar ortasındaki konumudur. Herkesin seçme şansı vardır, veteriner olma idealini yaşam koşulları yüzünden bir yana bırakıp bir markette çalışmak da yeğlenebilir, böyle davranan kişileri enselerine silah dayayıp ideallerine sarılmaya zorlamak da.

Seçim şansını kullanabilmek seçenekleri görebilme becerisine, bu da kişinin kendini ve yaşamı ne kadar tanıdığına bağlıdır. “Yedi”nin finalinde Brad Pitt, filmin asıl kişisi Morgan Freeman’ın engelleme çabalarına rağmen seri katilin oyununa gelmiştir çünkü hayatı sağlam bir temel üzerine inşa edilememişti.

Fincher’a göre sağlam temel bilgidir. Bilgi insana kendi gücünü öğretir, aslolan da budur, çünkü birey sistemin/toplumun dayatmalarına sadece içindeki gücü kullanarak karşı çıkabilir, içine kıstırıldığı tuzaktan ancak bu yolla kurtulabilir. Bu yüzden Michael Douglas’a “oyun” oynanmış, sahip olduğu her şeyi geri alabilmesi için “dövüşmeye” zorlanmıştır. Ders yalındır: Yaşamına sahip çık, canlan, hayata aktif olarak katıl, pasif kalırsan yok olur ya da edilirsin.

“Dövüş Kulübü” baş kişi Müfettiş’in benzer bir öğrenme sürecinden, kendi öğretmenini bizzat yaratarak geçişinin öyküsüdür.

Alt ben Tyler sahneye çıkmadan hemen önce Müfettiş bir Yeni Çağ’cı toplu meditasyon seansına katılır, kişilerin kendilerini tanımalarına yardımcı olması amacıyla geliştirilmiş “güç hayvanı” tekniğini uygular: Buzlarla kaplı mağara onun hem kendini, hem de çevresindeki dünyayı algılama biçimini simgeler. Mutlu olmak istiyorsa güç hayvanı pengueni örnek alıp çevresindeki yaşama uyum sağlayabilecek biçimde evrimleşmiş, kendisiyle kavgasız, evrenle barışık bir varlık haline gelmesi, benzer dertlerden muzdarip bir kıza benzeyen Marla’yla işbirliği yaparak diğer insanları sevmeyi öğrenmesi gerekmektedir.

Son 15 yılda epey yaygınlaşan Yeni Çağ felsefesi de bunu savunur, bir zamanlar Nietszche de “Amor fati” demiştir. Kişinin kaderini sevebilmesi uzlaşmayı gerektirir. Fakat Fincher zaten iyi bir analizci ve uslanmaz bir şakacıdır: İnsanın içindeki kötü tarafı temsil eden Mr. Hyde’dan kurtulmak için Dr. Jekyll’ın kendini öldürdüğü noktaya gelir, biz orada durmasını beklerken devam eder, filmini şu cümleyle bitirir: “Tyler ölmedi, içimizde yaşıyor!”

Sinema; Sayı: 59, Ocak 2000

Ödülleri:
4 ödül ve 15 adaylık

Meraklısına:
Afiş için hazırlanan sloganlardan biri şöyle: “Tüm ümidini yitirmek özgürlüktür”

Fight Club / Dövüş Kulübü
Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Jim Uhls (Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından)
Yapımcılar: Art Linson, Cean Chaffin, Ross Grayson Bell
Oyuncular: Edward Norton (Müfettiş), Brad Pitt (Tyler Durden), Helena Bonham-Carter (Marla Singer), Meat Loaf Adey (Robert Paulson), Jared Leto (Angel Face)
1999 ABD, Almanya ortak yapımı, 139 dakika
Gösterim tarihi: 10 Aralık 1999
DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox