Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

13 Aralık 2010 Pazartesi

Zeitgeist - The Movie

“Zeitgeist - The Movie”, tüm soruların yanıtı. Yıllardır fark ettiğimiz, aklımızı kurcalayan pek çok olguyu bir arada işleyen, hepsinin birden yanıtını veren bir film. Bu yüzdendir ki çok önemli ve acayip değerli bir belgesel

IMDB: 8.6
Manalı Filmler: 8,5

Kimileri Kıyamet’in kopmasını bekleye dursun, dünya yeni bir aşamaya geçiyor. Bu gezegende daha güzel bir hayat kurulacak, daha temiz, huzurlu, barışçıl ve sevgi dolu…

Tabii bunun için önce insanlığın neyin kötü/yanlış olduğunu görmesi gerekiyor. Bu yüzdendir ki bu dönemin temel özelliği “ruhsal uyanış”; geniş yığınlar an be an bilinçleniyor, devletlerin, büyük şirketlerin ve köklü din kurumlarının çevirdiği dolapları, giriştikleri pis işleri her gün daha fazla öğreniyorlar. Wikileaks belgelerinin ortalığa saçılması gibi mesela 10 yıl önce olacağı söylense kimsenin inanmayacağı gelişmeler bir anda meydana geliveriyor.

Ve filmler çekiliyor. Yapılabileceğine kimsenin ihtimal vermediği filmler. “Zeitgeist” serisi gibi…

2007’de internet üzerinden yayımlanan “Zeitgeist - The Movie” inanılmaz bir ilgi görmüş, günlük izlenme sayısı 75 bine kadar yükselmişti. Ertesi yıl devamı geldi, üçüncü film ise Ocak ortasında yayımlanacak.

İlk “Zeitgeist”ın ana konusu yalanlar. Geniş yığınlara söylenen, büyük yalanlar. Doğduğumuzdan beri duyduğumuz, artık kanıksadığımız, doğru olup olmadıklarını araştırmadığımız olgular. Film ilk olarak Hıristiyanlığı örnek veriyor, dönemin tarihçilerinden, çeşitli kültürlerin mitolojisinden yararlanarak Hazreti İsa’nın aslında hiç var olmadığını iddia ediyor (Şahsen filme tek eleştirim de bu kısımda, tabii “dünyanın sonu” meselesinin yanlış anlamadan kaynaklandığını, aslında “çağın sonu”na geldiğimizi söylediği bölüm hariç).

Yaklaşık 37 dakika dini konularla geçtikten sonra belgeselin asıl heyecan verici bölümleri başlıyor. 2. kısmın başlığı: “Tüm Dünya Bir Sahne” ve ilk konu tabii ki 11 Eylül saldırıları. Bu bölümde akıllara durgunluk verecek açıklamalar ve ilgili ABD yöneticilerinin söylediği yalanlar yer alıyor. Örneğin Rice ve W. Bush’un “Uçakların füze olarak kullanılabileceği hiç aklımıza gelmedi” demelerinin ardından, Mart 2000’de “resmen” planlanıp yapılmış bir tatbikatın belgeleri ekrana geliyor. Uçakları kaçırdığı söylenen 19 kişinin adlarının hiçbir uçuş listesinde bulunmaması, Usame Bin Ladin’in saldırıyı üstlendiği video kasetteki kişinin Bin Ladin olmadığı gibi ifşaatların ardından, Pentagon’a aslında bir uçağın çarpmadığı ve İkiz Kulelerin yıkılmasının asıl nedeninin binalara önceden yerleştirilmiş patlayıcılar olduğu uzmanların ifadeleri ve olay günü çekilmiş video ve fotoğraflarla kanıtlanıyor.

7 Temmuz 2005’te Londra metrosunun bombalanması olayını da aynı bakış açısıyla işleyen belgesel, “Perdenin Arkasındakilere Aldırmayın” başlıklı 3. bölümde neredeyse 200 yıldır dünyayı yönettiklerini iddia ettiği küçük bir azınlığın yaptıklarından söz ediyor. Özellikle 20. yüzyılda ABD’nin en zenginleri Rockefeller, Morgan, Warburg ve Rothschild ailelerinin giriştikleri karanlık işler birer birer anlatılıyor. 1907 ve 1920’de prova yaptıktan sonra –filmde “Amerikan tarihinin en büyük soygunu” biçiminde tanımlanan- 1929 ekonomik krizini nasıl çıkardıkları ve bundan nasıl yararlandıkları açıklanıyor ve “büyük kar getiren” bir diğer alana, yani savaşa geçiliyor. ABD’nin iki Dünya Savaşına nasıl katıldığını ve Vietnam Savaşı’nı nasıl başlattığını gözler önüne seren bölümler, belgeselin de en güçlü sahneleri arasında.

Filmin devamında da, örneğin ABD, Kanada ve Meksika arasında sınırları kaldıran gizli anlaşma gibi çarpıcı bilgiler bulunuyor, fakat bunlardan çok daha önemlisi, gerektiğinde eğitimden, siyasetten veya Irak İşgali’nden söz ederek dünyanın şu halinin tam bir portresini çıkarması, adına uygun bir şekilde “zamanın ruhu”nu başarıyla yansıtması…

Ve dünyayı yönetenlerin gizli planlarını açıklaması... Yani: Tek bir dünya devleti kurmak, herkesin koluna –attığı her adımın rahatça izlenmesini sağlayacak- RFID çiplerinden takmak, dünyayı bir imparatorluk olarak yönetmek… Böyle söylenince bilimkurgu filmi gibi gelebilir. Oysa tamamen gerçek, halen uygulanmakta olan bir plan bu (Örneğin RFID çipleri tüm Amerikan pasaportlarında var ve gönüllü olanların kollarına da takılmaya başlandı).

“Zeitgeist - The Movie”nin önemi bu gizli gerçekleri açıklamasından ve yalanları ifşa etmesinden kaynaklanıyor. Belgesel insanın, iddia edildiği gibi güçsüz, çirkin, günahkar bir yaratık olmadığını anlatan sözlerle sone eriyor.

Benim için “Zeitgeist - The Movie”, tüm soruların yanıtı. Yıllardır fark ettiğimiz, aklımızı kurcalayan pek çok olguyu bir arada işleyen, hepsinin birden yanıtını veren bir film. Bu yüzdendir ki çok önemli ve acayip değerli.

Seçme replikler:
Anlatıcı: Ama aslında en vahim durum, bu totaliter öğeler insanlara zorla dayatılmayacak, insanlar bunları talep edecek.

Thomas Jefferson, 3. ABD Başkanı: Bence banka kuruluşları, düzenli ordulardan daha tehlikelidir… Eğer Amerikan halkı özel bankaların piyasaları kontrol etmesine izin verirse bankalar ve şirketler etraflarında büyüyecek, tüm mal varlıklarını ellerinden alacak ve bir gün çocukları, atalarının fethettiği bu topraklarda evsiz uyanacak.

Woodrow Wilson, 28. ABD Başkanı: Uygar dünyanın, tamamen kontrol edilen, sindirilen ve en kötü yönetilen devletlerinden biri haline geldik. Fikir özgürlüğünün, yönetime inancın ve demokratik seçme özgürlüğünün olmadığı bir devlet, bir devlet ki, egemen ufak bir grubun keyfine ve zikrine kalmış.

M.A. Rothschild, Rothschild bankacılık krallığının kurucusu: Bana bir ulusun para arzının kontrolünü verin, o zaman kanun koyanları bile takmam.

Anlatıcı: 1. Dünya Savaşı 323.000 Amerikalının ölümüne sebep oldu. J.D. Rockefeller, bundan yaklaşık 200 milyon dolar kazanç sağladı. Amerika'ya mal olan ve tabi ki faizli borç olarak Federal Rezerv Bankası'ndan alınan 30 milyar doları saymıyoruz bile, ki bu para da uluslararası bankerlerin kazancı olmuştur.

Anlatıcı: Sonunda istendiği ve izin verildiği gibi, 7 Aralık 1941'de Japonya Pearl Harbour'a saldırdı ve 2400 askeri öldürdü. Saldırıdan önce Amerikan halkının %83'ü savaşa karşıydı. Pearl Harbour'dan sonra 1 milyon erkek savaşa gitmek için gönüllü oldu.

Anlatıcı: 11 Eylül, dünyayı yönetenlerin büyük planının başlangıç noktasıydı. Hazırlanmış bir savaş bahanesiydi, tıpkı Lusitania'nın batırılması, ya da Pearl Harbor ve Tonkin Körfezi olaylarının provake edilmesi gibi. Aslında 11 Eylül örneklerinden farklı olarak, hesaba katılmayan savaşlara da bahane oldu. İki beklenmeyen yasadışı savaşın çıkmasına neden oldu. Biri Irak'a, diğeri de Afganistan'a. Ama 11 Eylül aslında başka bir savaşın bahanesiydi. Size karşı yapılacak savaş. Vatanseverlik Kanunu, Ulusal Güvenlik, Ordu Süreklilik Kanunu ve bunun gibi birçok kanun, tamamen sizin kişisel özgürlüklerinizi yok etmek ve yakında gelecek saldırıya karşı direncinizi kırmak için tasarlandı.

Anlatıcı: Perdenin arkasındaki adamların istediği en son şey, bilinçlenmiş ve düşünme yetisine sahip bir toplum. Bu yüzden ki sürekli olarak düzmece bir yaşam, din, medya ve eğitim yoluyla bizlere sunuluyor. İlginizi dağıtmak ve sizi her şeyden habersiz bırakmak istiyorlar. Ve gerçekten de bu işi iyi yapıyorlar.

David Rockefeller: Washington Post, New York Times, Time Magazine ve diğer büyük yayın organlarının yöneticilerine, görüşme çağrılarımıza katıldıkları ve verdikleri sessizlik sözünü 40 yılı aşkın tuttukları için teşekkürü borç biliriz. Eğer bu yıllar boyunca halkın dikkatini yaptıklarımıza çekselerdi, dünya üzerindeki planımızı gerçekleştirmemiz imkansız olurdu. Dünya her geçen gün, daha bilinçli ve daha hazır bir şekilde Dünya Devleti'ne doğru ilerlemektedir. Entellektüel elit bir kesimin ve dünya bankerlerinin kuracağı bir çok uluslu egemenlik, geçtiğimiz çağlarda gördüğümüz tek uluslu oluşumlardan daha caziptir.

Anlatıcı: Perdenin arkasındakiler bunu biliyorlar. Ayrıca biliyorlar ki, eğer insanlar doğaya bağlı oldukları gerçeğini anlarlarsa, ve içlerindeki gücün farkına varırlarsa, yarattıkları ve soyup soğana çevirdikleri tüm bu Zeitgeist, kağıttan evler gibi yıkılacak.

Son replikler (Bill Hicks’ten alıntı): Hayat lunaparkta bir gezinti gibidir, ve gezintiye başladığında onun gerçek olduğunu düşünürsün, çünkü zihinlerimiz bu kadar güçlüdür. Gezinti bir yukarı, bir aşağı devam eder, döner ve döner, seni heyecanlandırır, ürpertir ve parlak renklerle doludur. Ve bir süre çok gürültülü ve çok eğlenceli olur. Bu gezintide uzun süre kalanlar sorular sormaya başlarlar: “Bu gerçek mi? Yoksa sadece bir gezinti mi?” Ve aralarından cevabı hatırlayan insanlar geriye dönüp şöyle derler: “Hey, merak etme, korkma sakın. Çünkü bu sadece bir gezinti.” (Ekrana suikaste uğramış lider ve sanatçıların fotoğrafları gelirken) Ve biz bu insanları öldürdük. “Susturun şunu! Ben bu gezintiye çok fazla yatırım yaptım, susturun şunu! Şu çatılmış kaşlarıma bakın. Şu büyük banka hesabıma ve aileme bir bakın, bu gerçek olmalı...” Bu sadece bir gezinti. Ama bunu bize anlatmaya çalışan bütün iyi adamları öldürdük, ve şeytanın fitne tohumları ekmesine izin verdik. Ama önemli değil, çünkü bu sadece bir gezinti ve bunu istediğimiz zaman değiştirebiliriz. Bu sadece seçim meselesi. Çaba yok, çalışmak yok, iş yok, para kazanmak yok. Şimdi seçim yapın... Korku ve sevgi arasında.

İzlemek için:
Filmin resmi sitesi

Meraklısına:
“Zeitgeist” serisini beğenenler kadar eleştirenler de var tabii ki. Hatta “Zeitgeist Ne Anlatıyor?” adıyla bir kitap bile yayımlandı ülkemizde. Kitabı derleyen Haluk Hepkon ise şu linkte okuyabileceğiniz yazısında “Zeitgeist”ı yapanları şöyle eleştiriyor: “Kısacası New Age'ci Zeitgeist, kıvrak bir vücut çalımıyla "para sistemi"ne karşı tepkileri bile paraya dönüştürmeyi becermektedir.” Bu suçlamaya hedef olan kişilerin, para harcayarak yaptıkları filmi internetten ücretsiz yayımladıklarını, altyazı eklenmesine, hatta DIVX olarak indirilmesine izin verdiklerini hatırlatırım.

Filmin son bölümünde sözleri yayımlanan Aaron Russo, “Trading Places”, “Wise Guys” gibi filmlerde imzası bulunan bir yapımcı. 15 yıllık bir aradan sonra filmciliğe dönen Russo “America: Freedom to Fascism” (America: Faşizme Giden Özgürlük” isimli belgeseli yazdı ve yönetti.

Bu belgeselde işlenen “dünyayı yöneten küçük bir grup” fikriyle ilk kez 2000 yılında, Ramtha’nın “Tiranların Son Valsi” kitabını okuduğumda karşılaşmıştım. ABD’de 1987’de yayımlanan o eserin 20 yıl sonra gerçekleşecek kimi uygulamaları bu kadar erken haber vermesi çok şaşırtıcı. Çünkü o kitap aslında “tebliğ”lerden oluşuyor, medyum J. Z. Knight, Ramtha isimli bir varlıktan aldığı bilgileri naklediyor.

Zeitgeist - The Movie
Yapım, Müzik, Kurgu, Senaryo ve Yönetim: Peter Joseph
2007 ABD yapımı, 118 dakika.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Sonsuz Sokaklar

Fellini iki karakterinin iç dünyalarını ustalıkla sergilemekle kalmaz, hayata tutunamamaktan kaynaklanan acılarını da seyirciye geçirmeyi başarır

IMDB: 8,2 (202. sırada)
Rotten Tomatoes: % 97
Allmovie: 5 yıldız
Manalı Filmler: 9,5
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 52. sırada

Dino De Laurentiis’in anısına
(8 Ağustos 1919 – 10 Kasım 2010)


Fellini’nin önemli özelliklerinden biri, filmlerinde aslında hep kendini anlattığını gizlememesidir. Ne eserinde saklar bunu, ne de söyleşilerinde. Hayattan her ne anladıysa filmlerinde vardır, ne yaşadıysa, ne hissettiyse… Bu durumla barışıktır. Eserleri, bir insan olarak geçirdiği dönüşümün, gelişimin de izlerini taşır. Örneğin Bergman gibi Fellini de önemli bir öğretmendir; eserleri hem sinema, hem de hayat hakkında değerli bilgiler içerir; meraklısı için bu bilgeliğin gelişimini incelemek ilham verici, hatta aydınlatıcı olabilir.

Bu açıdan bakıldığında “Sonsuz Sokaklar”, tüm Fellini repertuarından ayrı bir yerde durur; benzersizdir, özeldir… Henüz yönetmeni toplumcu İtalyan Yeni Gerçekçi sinema akımından kopamamıştır, ama ilerde başta “Otto e Mezzo / 8,5” olmak üzere, “Casanova”, “Ruhların Jülyeti” gibi filmlerinde yapacağı ruhbilimsel analizler için gerekli eğilim, arzu ve birikimi de barındırmaktadır. Biri dışa/hayat, diğeri içe dönük iki tutunamayanın hüzünlü hikayesini anlatan film bu iki eğilimin güçlü bir sentezidir.

“La Strada”yı çektiğinde Fellini henüz 34 yaşındaydı. Ünlü bir senaristti, ama yönetmenliğe yeni alışıyordu. Geçmişiyle yakından ilgili bir film yapmış, beğeniyle karşılanmıştı (Doğduğu Rimini kasabasındaki gençlerin umutsuz yaşantılarını anlatan “Il Vittolini / Aylaklar”). Henüz “Amarcord” gibi çok daha kişisel filmlerin fikri bile yoktu ortada, Fellini dünyayla arasında bir köprü inşa etmeye çalışıyor, içselliğini keşfetmeye, binlerce insanın anlayarak izleyebileceği filmler için malzeme çıkarmaya uğraşıyordu (Tüm filmlerinde “aslında bulduklarını değil aradıklarını anlattığını” söyleşilerinde sık yinelemiştir).

“La Strada” bu köprüyü, bireyle toplum arasındaki ilişkiyi resmeder ve o gün itibariyle Fellini’nin içinde bulunduğu duygusal dünyayı yansıtır. Bakış açısı karamsardır, ama sevgiye vurgu yapmayı da ihmal etmez.

“Sonsuz Sokaklar”ı arşınlayan iki kişiden baskın olanı gösteri sanatçısı Zampano’dur. Vücuduna sardığı zincirleri kırarken, kendisine yardımcı olması için ailesinden satın aldığı Gelsomina onu asiste eder, gösteri sonrasında para toplar. Cahil, kaba saba bir adamdır Zampano, genç kadınla iletişim kurmaz, duygularını anlamaya çalışmaz, gösterilere katıldığında bile onu takdir etmez, hatta “ıssızlığın ortasında” bırakıp gider. Gelsomina’nın onsuz yaşayamadığını öğrendiğinde, Zampano’nun da hayatını sürdüremeyeceğini hissettirir Fellini; “yol arkadaşını” ve onunla arasındaki bağın gücü anlayamamasının bedelini ödeyecektir…

Birbirine hiç benzemeyen, birbirini çok az tanıyan iki insan arasındaki garip bağın hikayesidir “La Strada”. Aşk mı dostluk mu olduğu belirsiz, ama güçlü bir bağlılık, hatta bağımlılık olduğu kesin bir ilişkinin analizidir.

Fellini iki karakterinin iç dünyalarını ustalıkla sergilemekle kalmaz, hayata tutunamamaktan ve o bağımlılığın yükünü kaldıramamaktan kaynaklanan acılarını da seyirciye geçirmeyi başarır. İşte bu yüzden hayli dokunaklı bir filmdir “Sonsuz Sokaklar”.

Genelde şiirsel olduğu tespiti yapılır, oysa düpedüz ağıttır…

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Oskar; Özgün Senaryo dalında Oskar adaylığı
Ayrıca 6 ödül, 3 adaylık

La Strada / The Road / Sonsuz Sokaklar
Yönetmen: Federico Fellini
Senaryo: Federico Fellini, Tullio Pinelli, Ennio Flaiano
Yapımcılar: Dino De Laurentiis, Carlo Ponti
Oyuncular: Anthony Quinn (Zampano), Giulietta Masina (Gelsomina), Richard Basehart (Il Matto), Aldo Silvani, Marcella Roverea, Livia Venturini
1954 İtalya yapımı, 108 dakika
Gösterim tarihi: Mayıs 1957
DVD firması: As Sanat

La Jetée

IMDB: 8,3
Allmovie: 4,5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 93
Manalı Filmler: 9,0

Sinema tarihinin en ünlü ve manalı kısa filmlerinden biri, belki de birincisi…

Ünlü belgesel yönetmeni Chris Marker, 1962’de, tamamı fotoğraflardan oluşan, yani hareketli görüntü içermeyen bu kısa filmle adını tarihe yazdırdı (Sadece Kadın’ın uyandığı an, kısacık bir hareket var). Üstelik film (Almanca fısıltılar haricinde) diyalog da içermiyor, hikayeyi dış ses anlatıyor.

Ve bu özelliklere sahip olan bu film çok beğeniliyor, sinema otoriteleri tarafından “takipçi”lerinden daha başarılı bulunuyor, bugün bile bilim kurgu dalının en iyi filmlerinden biri olarak kabul görüyor…

Haliyle “La Jetée”, azımsanamayacak bir katkı yapmış, pek çok sinemacıyı etkilemiş. Filmin zaman yolculuğuna yaklaşımından ilham alan eserler arasında örneğin “Terminator” serisi sayılabilir. Ünlü Terry Gilliam filmi “Twelve Monkeys / Oniki Maymun” zaten bu kısa filmden hareketle kotarılmıştı.

3. Dünya Savaşı dünyayı yerle bir etmiş, sağ kalan bir avuç insan yeraltında yaşamaya başlamışlardır. Totaliter yetkililer uygarlığın yeniden yaratılmasında ihtiyaç duyulan kaynakları bulması amacıyla seçilmiş kişileri zaman yolculuğuna çıkarır, ama sadece Adam başarılı olur. Çocukluğunda bir kez gördüğü, ama unutamadığı Kadın’ı bulur, aralarında bir yakınlık gelişir.

Bu öykü aracılığıyla Marker hayata anlamını veren değerleri anımsatıyor, seyircisini sevgi, zaman ve bellek üzerine düşünmeye davet ediyor.

Taklitlerinden sakınınız: “La Jetée” onların olamayacağı kadar şiirsel, duygulu ve etkili bir film…

Meraklısına:
Filmi izlerken, Marker’ın film ekonomisi açısından bulduğu çözümleri (örneğin “geleceğin dünyası”na seyirciyi nasıl ikna ettiğini) de incelemenizi öneririm.
Kadın ve Adam’ın birlikte kesilmiş ağaç gövdesine baktıkları sahne, ünlü Hitchcock yapıtı “Vertigo”ya gönderme.

Sinema eleştirmeni ve akademisyen Janet Harbord filmi her yönüyle incelediği bir kitap yayımladı.

Ödülleri:
Jean Vigo Ödülü

İzlemek için:
Google
Dailymotion
DVD’sinde ise yine zaman ve bellek temalarını işleyen Marker belgeseli “Sans Soleil” (1983) ile birlikte.

La Jetée / The Pier
Senaryo ve yönetim: Chris Marker
Oyuncular: Jean Négroni (anlatıcı), Hélène Chatelain (Kadın), Davos Hanich (Adam), Jacques Ledoux (Deneyi yapan)
1962 Fransa yapımı, 28 dakika, siyah beyaz

Kara Şövalye

IMDB: 8,9 (10. sırada)
Allmovie: 4,5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 93
Manalı Filmler: 8,0

Bruce Wayne’in dönüşümü sürüyor…

“Batman Başlıyor”da Wayne, intikam arzusuyla dolu genç bir adamdan topluma hizmet için uğraşan bir kahramana dönüşmüştü. Bu filmde ise Batman olarak kendi varoluşunu sorguluyor, “toplumun kahramana ihtiyacı var mı?” sorusuyla cebelleşiyor, sonunda egosunu biraz daha geri çekmeye karar veriyor. “Nasıl tanındığı” önemini yitirmiştir artık, alkış, iltifat ve madalya yerine nefret, aşağılanma ve belki de hapis cezasıyla karşılaşacağını bile bile “kara şövalye” olmaya razı geliyor.

Batman’in bu dönüşümünde Joker ve Dent’i yakından tanımasının, onların iç yolculuklarına tanık olmasının payı büyük. Bu üç karakter aracılığıyla “insanın içindeki iyi ve kötü” meselesinin tartışılması ise bu filme asıl değerini veren unsur. Bu açıdan ilham veren bir yanı da var.

Şahsen bu filmi “Batman Başlıyor” kadar bile beğenmiyorum. Yine de bir sonraki Nolan/Batman filmi “The Dark Knight Rises”ı sabırsızlıkla bekliyorum çünkü belli ki Batman’in dönüşümü devam edecek. Nolan, ana karakterinin spiritüel gelişimini anlatmayı ısrarla sürdürüyor ve çok başarılı sonuçlar elde ediyor. Bir sonraki filmde Wayne egosunu tamamen sıfırlayabilecek mi bilmiyorum, ama bu ihtimalin varlığı bile heyecan verici…

Ödülleri:
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Heath Ledger) ve Ses Kurgusu dallarında Oskar; Sanat Yönetmenliği, Görüntü Yönetmenliği, Makyaj, Kurgu, Görsel Efekt ve Ses dallarında Oskar adaylığı
Ayrıca 79 ödül ve 55 adaylık.

The Dark Knight / Kara Şövalye
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan, Jonathan Nolan (Öykü: Christopher Nolan ve David S. Goyer; Karakterler: Bob Kane)
Yapımcılar: Charles Roven, Emma Thomas, Christopher Nolan
Oyuncular: Christian Bale (Bruce Wayne / Batman), Heath Ledger (Joker), Aaron Eckhart (Harvey Dent), Michael Caine (Alfred), Maggie Gyllenhaal (Rachel), Gary Oldman (Jim), Morgan Freeman (Lucius Fox)
2008 ABD, İngiltere ortak yapımı, 152 dakika
Gösterim tarihi: 25 Temmuz 2008
DVD firması: Tiglon / Warner Home Video

12 Kasım 2010 Cuma

Ateşkes

Gerçek bir olaydan uyarlanmış, hayli ilginç, oldukça başarılı ve çok etkili bir "barış filmi"...

IMDB: 7,7
Allmovie: 3,5 yıldız
Metacritic: % 70
Manalı Filmler: 9,0

Herhangi bir savaş filmi değil bu, savaşı sorgulayan, sorgulatan bir eser… İlle de etiketlemek gerekiyorsa, “barış filmi” demek daha uygun olur.

Çünkü “Joyeux Noël / Ateşkes”, 1. Dünya Savaşı sırasında yaşanmış bir ateşkesi konu ediniyor, o bir günü süresiz barışa çevirmeye çalışan askerlere odaklanıyor.

Üç ayrı milletin askerleri aynı alanda, aynı amaçla toplanmışlardır. O zamanlar “Büyük Savaş” denen 1. Dünya Savaşı, bitmez tükenmez siper çatışmalarıyla sürmektedir, binlerce perişan asker kan ve çamur dolu çukurlarda hayatta kalmaya çalışmaktadır. En fazla 20-30 metre mesafede üç siperde İskoç, Fransız ve Alman askerler bulunmaktadır, kimse kayda değer bir üstünlük sağlayamaz, savaş kilitlenmiştir… Alman tenor Benno Fürmann da askere alınmıştır. Eşi Anna, Noel şerefine bir resital düzenlenmesi için yetkililerden izin alır, etkinlik bitince eşiyle birlikte siperlere gider. Benno birlikte çarpıştığı arkadaşlarına şarkı söylerken siperler arasındaki (bizde “tarafsız” deniyor ama aslında İngilizce “no man’s land” karşılığı daha uygun) sahipsiz bölgeye çıkar, kimse ateş etmeyince herkes o alana doluşur, sürpriz ateşkes kendiliğinden başlamış olur.

Carion o geceyi ve devamında gelişen olayları hümanist bir yaklaşımla ele alıyor. Kendiliğinden gelişen ateşkesin, üst rütbeli subaylar ve siyasiler tarafından neden ve nasıl bitirildiğini gösteriyor. Tavrı çok net, tarafı belli: Savaş karşıtı, aslında savaşmaya hiç de arzulu olmayan sıradan insanlardan, gerektiğince mecburen siperlere doluşan “sokaktaki adam”dan yana. Filmin çok etkili açılış sekansında gösterdiği gibi, devletler o sıradan vatandaşların zihnini daha ilkokul sıralarında düşmanca fikirlerle dolduruyor, körpe yüreklere zalim duygular ekiyorlar. Devletlerin çıkarları olmasa, aslında kimse kimseye düşman olmayacak, kimse kimseyi öldürmeye çalışmayacak…

“Ateşkes” her öğesiyle çok başarılı bir film. Ayrıca gerçek bir olaydan nasıl uyarlama yapılacağına dair ilginç veriler de sunuyor. Meraklısına, DVD’de yer alan çıkartılmış sahneleri de mutlaka izlemesini ve filmi o ateşkes gününü konu alan belgeselle birlikte incelemesini öneririm.

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre ve Oskar adayı
Ayrıca 2 ödül, 8 adaylık

Seçme replikler:
Afiş sloganı: Düşmansız savaş olamaz.

General (Anna’yla resital konusunu görüşürken, kocasını kastederek): Onu sadece bir gece görebileceksiniz. Ne manası var ki bunun?
Anna: Bir geceden fazlası olacak. Bizim dakikalarımız sizinkilerden uzun.

Alman Teğmen Horstmayer: Karınızın durumunu dün gece öğrendim. İsterseniz ona mektubunuzu ulaştırabilirim.
Fransız Teğmen Audebert: Bunu neden yapasınız ki? Yakalanırsanız…
Horstmayer (sözünü keser): Bir mektup savaşı kazanmamızı engellemez. Hem Paris’i aldığımızda ve savaş bittiğinde, bize Rue Vavin’de bir içki ısmarlarsın.
Audebert: Bir içki içmek için Paris’i işgal etmenize gerek yok.

Horstmayer (Audebert ve adamlarına): Topçumuz on dakika sonra siperlerinizi bombalamaya başlayacak. Bizim siperlere gelin, korunursunuz.

Meraklısına:
1. Dünya Savaşı sırasında bir başka ateşkes, Türk ve Anzak askerleri arasında yaşanmış, oluşan dostluk ve sevgi ortamı savaşın kaderini değiştirmiş, bugün de devam eden Anzak Günü kutlamalarına zemin oluşturmuştu. Ancak o olayın filmi henüz çekilmedi (Ünlü Peter Weir yapıtı “Gallipolli / Gelibolu” sadece Anzak cephesini işler ve ateşkese hiç değinmez).

Happy Christmas / Joyeux Noël / Ateşkes
Senaryo ve yönetim: Christian Carion
Yapımcılar: Christophe Rossignon, Kate Ogborn, Patrick Quinet
Oyuncular: Diane Kruger (Anna Sörensen), Natalie Dessay (Anna'nın şarkılarında vokal), Benno Fürmann (Nikolaus Sprink), Rolando Villazón (Nikolaus'un şarkılarında vokal), Guillaume Canet (Audebert), Gary Lewis (Palmer), Dany Boon (Ponchel), Daniel Brühl (Horstmayer)
2009 Fransa, Almanya, İngiltere, Belçika, Romanya ortak yapımı, 116 dakika.
Gösterim tarihi: 7 Nisan 2006
DVD firması: Bir Film / Palermo

Noel Ateşkesi


Manalı Filmler: 8,0

NTV’de “Dünyayı Sarsan Günler” adıyla gösterilen BBC belgeseli “Days That Shook The World”, kısa sürede yaşanmasına rağmen tarihin akışını değiştiren olayları inceliyor. Çoğu bölümde birbiriyle tematik bağlantısı bulunan iki olay birlikte sunuluyor (Hitler ve De Gaulle’e karşı suikast girişimleri gibi). Sadece iki bölümde tek bir olay işlenmiş ki bunlardan biri de Noel Ateşkesi (diğeri Pearl Harbour baskını). Dizi bir tür “TV ansiklopedisi” gibi tasarlanmış ve genelde iyi bilinen olayları öncesi ve sonrasıyla ele alarak geniş bir özetini yapıyor.

“Noel Ateşkesi” adını taşıyan bölümü izlemek, şaşırtıcı ve çok öğretici bir deneyim. Çünkü gerçek olay, “Joyeux Noel / Ateşkes” filminde anlatıldığından çok daha geniş. Filmde tek bölgede yaşanan dostluk havası gerçekte 7-8 ayrı bölgeye yayılmış ve oralardaki insanların birbirlerinden haberleri yok, her bölgede kendiliğinden gelişmiş (Tam olarak kaç bölgede “kendiliğinden ateşkes” yaşandığına ilişkin belirsizlik, resmi raporlarda bunlara yer verilmemesinden kaynaklanıyor. Asker mektuplarından anlaşılıyor ki en az 7 bölgede erler düşmana ateş etmeyi reddetmişler. Belgeselde “barış arzusunun bir virüs gibi yayıldığı” söyleniyor). Ayrıca askerler birlikte şarkı söyleyip eğlenmişler, içki içmişler, futbol oynamışlar (bir bölgede gerçek topla, diğerlerinde konserve kutuları, topa benzetilmiş kum torbaları vs ile). Ayrıca gerçekte askerler “düşmanı” tanımanın ve dostluk etmenin etkisinden uzun süre kurtulamamış, Noel ateşkesi bittikten sonra da ateş etmeyi reddetmişler. Yaklaşık bir hafta sürmüş bu durum, üst rütbeli subayların zorlamasıyla erler silahlarını kullanmaya başlamış ama bu kez de özellikle düşmanın başının üzerine nişan almışlar. Bu hal de bir hafta kadar devam etmiş, sonunda düşman siperine dostluk ziyareti yapan bir askerin sırtından vurulması savaşın eski haline dönmesine neden olmuş.

İleri okuma için:
Olayın çeşitli yönlerini anlatan kitapların isimlerini de içeren bir makale (İngilizce)

Days That Shook The World: Christmas Truce / Dünyayı Sarsan Günler: Noel Ateşkesi
Senaryo ve yönetim: Nic Young
Yapımcılar: Anna Thomson, Neil McDonald, David Upshal
Anlatan: Peter Guinness
2004 İngiltere yapımı, 50 dakika.
Gösterim tarihi: Ekim 2004

Prestij

IMDB: 8,4 (73. sırada)
Allmovie: 3,5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 75
Metacritic: % 66
Manalı Filmler: 8,5

Christopher Nolan’ın, “Insomnia” yazısında yaptığım tarife (“Uçlarda dolaşan hikayelerini ana akım sinemanın standartlarına uygun anlatmayı yeğleyen”) en uygun filmlerinden biri de “Prestige / Prestij”. Ayrıca film, belli başlı Nolan temalarının neredeyse tamamını içeriyor: Gerçek, gerçekliğin(in) tutsağı olan birey, gerçekliğin değiştirilmesi, başkasının gerçekliğine müdahale etmek, yanılsama, yalan, vicdan azabı vs…

Ayrıca film, kişisel eğilimleri dolayısıyla Nolan’ın mesafeli kalamayacağı, ama bu filme kadar da eğilme fırsatı bulamadığı alanlara girmesini de sağlıyor: Sihirbazlık, yani gerçeği değiştirme yanılsaması üzerine kurulu bir uğraş/sanat ve hem gerçeği en iyi aktaran, hem de yeni bir gerçeklik kurmaya en çok yaklaşabilen sanat dalı, yani sinema (Bu dönem filminde bugün bildiğimiz anlamıyla “sinema” yok elbette, ama tüm film hem sinemaya saygı duruşu, hem de sinemayla ve seyirciyle hesaplaşma üzerine kurulu. Cutter’ın açılıştaki repliklerinin finalde yinelenmesinin anlamı çok açık; o cümleler sinema seyircisine söyleniyor: “Gerçekten anlamayı/keşfetmeyi arzu etmiyorsunuz, kandırılmak istiyorsunuz”.

Gerçeklikle ilgili tipik Nolan temalarını işlerken kıskançlık, rekabet, tutku, takıntı, fedakarlık gibi insani duygu ve hallere de geniş yer veren “Prestij” senaryosunun asıl şaşırtıcı tarafı Nolan’ın kendine ve seyirciye duyduğu güven. Teknik açıdan bu kadar zor bir senaryoyu, yüksek bütçeli bir ana akım sinema filminde kullanmak gerçekten büyük cesaret gerektirir. Filmin açılışını hatırlatayım:

Cutter’ın Borden’ın kızına sihirbazlık tekniklerine ilişkin açıklaması önsöz niteliğindedir, bunlarla Angier’in öldüğü sekans paralel kurguyla aktarılır.

Borden idamla yargılanmaktadır.

Bir avukat hapishanede onu ziyaret eder, sırlarını satmasını ister, o görüşme sırasında Angier’in günlüğünü Borden’e verir.

Borden günlüğü hücresinde okurken Angier merkezli geriye dönüş sahneleri başlar (dış ses/anlatıcı da Angier’dir bu bölümde)

Angier Tesla’yı ziyarete gider, görüşemez, otelde beklerken Borden’ın günlüğünü okumaya başlar. Geriye dönüş sahneleri bu kez Borden merkezlidir, ikisinin de genç sihirbaz çırağı oldukları günler onun ağzından anlatılır.

Böylece film henüz 12. dakikasına varmadan, iki kahramanıyla birlikte Tesla, Cutter gibi önemli yan karakterlerden bazılarını da seyirciye tanıtmış, ana hikayesini özetlemiş (iki sihirbaz arasındaki kıskançlık ve rekabet), -Nolan’a her zamanki “gerçeklik kurma ve yıkma” yaklaşımı gereği çok gereken- tekinsiz, gizemli ama öte yandan çekici bir atmosfer sunmuş ve buna seyirciyi alıştırmış, ana dram öğelerinin bir kısmını işlemeye başlamış (ün, ustalık, kıskançlık, cinayet, mahkumiyet, olası bir idam, babasız kalacak bir çocuk vs) ve -bence en tuhafı- çok katmanlı yapısını izleyicisine kabul ettirmiş olur (iki kahraman, iki ayrı defter, sürekli iki dış ses kullanımı vs). Böyle bir teknik seviyeye (ki şu an sadece senaryo tekniklerinden söz ediyorum) binde bir rastlanıyor.

Üstelik bu, bir dönem filmi, yani bu 12 dakikada, sadece kostüm, mekan veya oyunculuk tarzına ilişkin değil, görüntü yönetmenliği ve rejide de uygun bir stilin belirlenmiş ve başarıyla uygulanmakta olması gerekiyor.

Üstelik bu, sihirbazlık gibi özel bir alana eğilen, yani seyirciye o alana ilişkin belli bilgiler aktarması, ama bazılarını özenle gizlemesi, bu konuda çok sağlıklı bir denge tutturması gereken bir film (Nitekim Nolan bunları başarmakla kalmamış, ayrıca filmin yapısını sihirbazlık numaralarındaki gibi üç aşamalı olarak kurmuş.)

Uzatmayayım, sadece ilk 12 dakikasını izlediğinizde bile, “Prestij”in sadece senaryo teknikleri açısından başarısı bile insanın başını döndürmeye yetiyor. Ayrıca diğer sinemasal aygıtların (oyunculuk, görüntü, kurgu vs) tamamında da çok üst düzey bir başarıya ulaşılmış ve bu seviye filmin son karesine kadar aksamadan gidiyor.

Mana açısından değerlendirdiğimizde filmin önemini artıran iki faktör daha var: İlki sonuçta tüm hikayenin “yaşama bilinci”yle alakalı oluşu, arzu eden seyircinin “ahlaki ders” çıkarmasına müsait yapısı ve ikincisi gerçekliği –gerçeküstücü denilebilecek bir yaklaşımla- değiştiren dahi bilim adamı Tesla’yı gündeme getirmesi… Filmin Tesla’yla ilgili sahneleri, onun dehası hakkında epey bilgi veriyor ve en büyük tutkusu olan “kablosuz enerji aktarımı”nı kolay unutulmayacak bir görsellikle aktarıyor.

Filmin tek olumsuz yönü de senaryosuyla ilişkili, Nolan yine zekasını denetleyememiş, öyküyü/filmi daha da ilginç kılmak adına yaptığı manevralar (falancanın ikizi varmış modeli trükler) bir yerden sonra “fazla” oluyor, gerçeklikle fantezi arasındaki sağlıklı denge finale doğru adam akıllı bozuluyor.

Meraklısına:
Filme temel oluşturan roman ülkemizde de yayımlandı

Yapım firması New Market romanını uyarlamak istediğinde Christopher Priest’a “The Following / Takip”in kopyasını yollamış (zaten o sırada daha henüz “Memento / Akıl Defteri” çekilmiş değilmiş), Priest Nolan’ın yaklaşımını kendi romanlarındaki tavra çok benzetmiş, filmi sevmiş ve başka teklifler almış olmasına rağmen New Market’le anlaşmış.

Ödülleri:
Sanat Yönetmeni ve Görüntü Yönetmeni dallarında Oskar’a; Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce En İyi Bilimkurgu Film ve En İyi Kostüm dallarında Saturn Ödülü’ne aday gösterildi.
Ayrıca 3 ödül ve 11 adaylık.

Seçme replikler:
Angier (Borden’a): “Hiçbir şey mi?.. Bu işi neden yaptığımızı hiç anlayamamışsın. Seyirci gerçeği bilir. Dünya basittir. Sefildir. Tümüyle maddidir. Ama onları kandırabilirsek, bir saniye için bile olsa… o zaman hayret etmelerini sağlarsın. Sonra… çok özel bir şey görürsün. Gerçekten bilmiyorsun demek… Yüzlerindeki ifade… her şeye değerdi.”

Cutter (açılış replikleri): “Dikkatle seyrediyor musun? Her sihirbazlık numarası üç bölümden, üç sahneden oluşur. İlki ‘vaat’ bölümüdür. Sihirbaz sana sıradan bir şey gösterir, bir deste kağıt, bir kuş veya bir insan. Bu desteyi sana gösterir, hatta belki incelemeni ister… gerçek, normal, üzerinde oynanmamış bir şey olduğunu görmen için. Fakat gerçek, farklı olabilir… İkinci perdeye ‘dönemeç’ denir. Sihirbaz o sıradan nesneyi alır... ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür. İşte o an, hilenin sırrını arar ama bulamazsınız. Çünkü dikkatli bakmıyorsunuz. Sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz. Henüz alkışlamazsınız... çünkü bir şeyi yok etmek yeterli değildir. Onu geri getirmeniz gerekir. İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üçüncü bir perde bulunur. En zoru… Ona ‘Prestij’ deriz…" (Filmin en sonunda bu monolog kısaltılmış olarak kullanılıyor ve “Kandırılmak istersiniz” kelimeleriyle bitiyor.)

İleri okuma için:
“Following / Takip” senaryo analizi
Rüyalar Gerçek Olsa

Benzer filmler:
“The Illusionist / Sihirbaz” (2006, Neil Burger)
“Death Defying Acts / Öldüren Cazibe” (2007, Gillian Armstrong)


The Prestige / Prestij
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan, Jonathan Nolan (Christopher Priest’ın aynı adlı romanından)
Yapımcılar: Aaron Ryder, Emma Thomas, Christopher Nolan
Oyuncular: Hugh Jackman (Robert Angier), Christian Bale (Alfred Borden), Michael Caine (Cutter), Piper Perabo (Julia), David Bowie (Tesla), Andy Serkis (Alley)
2006 ABD, İngiltere ortak yapımı, 130 dakika
Gösterim Tarihi: 22 Aralık 2006
DVD firması: Tiglon / Warner Home Video

Tesla: Master of Lightning


IMDB: 8,5
Manalı Filmler: 8,0

“Yokluk içinde öldü ama aslında dünyada yaşamış en başarılı ve yararlı insanlardan biriydi. Bay Tesla’nın emeğinin ürünlerini endüstrimizden çıkarsak çarklar durur, elektrikli trenlerimiz ve arabalarımız ilerleyemezdi. Kasabalarımız karanlığa gömülür, değirmenlerimiz ve fabrikalarımız daha bu gece ölmüş olurdu”.

Vefatının ardından Tesla hakkında radyoda konuşan dönemin New York Belediye Başkanı Fiorello LaGuardia’nın bu cümleleri, ünlü bilim adamının uygarlığa katkılarını iyi özetliyor.

Nikola Tesla (1856-1943) şaşırtıcı bir zeka ve vizyona sahipmiş, özellikle elektrik alanında çağdaşı bilim adamlarından çok ilerdeymiş, çok sayıda buluş yapmış (Örneğin sadece radyo yayıncılığı sırasında patenti Tesla’ya ait 17 ayrı ürün kullanılıyor. Ayrıca mikrodalga fırından florasan lambaya kadar onlarca başka icadı var). Katkısı o kadar önemli ki, –bilim ve teknoloji alanında- 20. yüzyılla selefi arasındaki dev farkın onun sayesinde oluştuğu bile söylenebilir.

Bu katkıyı sağlayansa Tesla’nın hayal gücü, mesela alternatif akımla çalışan motoru icat etmesinden –bence- daha önemlisi, örneğin röntgeni yani insan bedeninin “içinin” görüntüsünün alınabileceğini düşünebiliyor olması. Ki düşlediklerinin büyük bölümünü gerçekleştirmiş.

Bu belgesel, Tesla’yı kapsamlı biçimde inceliyor, yalnızca olağanüstü zekasını ve buluşlarını değil, zaaflarını ve hatalarını da ele alıyor. Örneğin maddi mevzulardan hiç anlamadığı için bir türlü rahata kavuşamamış, onun icatlarıyla kim bilir kaç kişi milyarder olmuşken kendisi beş parasız ölmüş.

Filmde yeterince işlenmemiş ilginç bir başka konu ise Tesla ile (“Zeitgeist” belgesellerinde de adı geçen) zengin bankacı J. Pierpont Morgan arasındaki ilişki. İlk başlarda Tesla’ya yatırım yapan Morgan sonradan desteğini çekiyor, Marconi’ye ortak oluyor. Belgesel bu değişikliğin tamamen pratik nedenlerden kaynaklandığını, Morgan’ın, Marconi’ye para yatırmayı daha karlı bulduğunu söylüyor. Bence orada başka –ve karanlık- meseleler var. En azından rahatsız edici sorular: Nasıl oluyor da Nobel Akademisi radyo patentinin Tesla’ya ait olduğunu bildiği halde 1909’da Marconi’ye ödül veriyor? 1915’te İsveç Hükümeti o yıl fizik dalında Nobel’in Edison ve Tesla’ya verileceğini açıklamışken, sadece bir hafta sonra ödül neden başkasına veriliyor? (Bu değişikliğin sebebi asla açıklanmamış). Nasıl oluyor da Tesla, dönemin en ünlü bilim adamı iken sonradan neredeyse unutuluyor?

Bu son soru, herhalde şu konuyla ilgili: Tesla gençliğinde gelip yerleştiği ABD’deki siyasi sistemi anlayamamış, örneğin tüm savaşları sona erdirecek bir icadı ülkeyi yönetenlerin de isteyeceklerini, bunu gerçekleştirmesi için kendisini destekleyeceklerini sanmış. Oysa böyle bir şeyin mümkün olabileceğini politikacılara anlatabilmesi bile çok uzun sürmüş, sonunda başarıya ulaşmış ama Beyaz Saray’da yapılacak nihai karar toplantısına katılmaya da ömrü yetmemiş (Bahsi geçen “icat”, o zamanlar Ölüm Işını adıyla bilinirmiş, 80’lerde kamuoyuna “Yıldız Savaşları” adıyla tanıtıldı).

İleri okuma için:
Bu belgeselde (dolayısıyla) yazıda dile getirilmeyen diğer Tesla buluşlarını ve bazı komplo teorilerini de içeren, epeyce dış bağlantı veren bir makale
Keyifli bir yazı
Tesla'ya adanmış bir site

Tesla: Master of Lightning
Yönetmen: Robert Uth
Senaryo: Robert Uth, Phylis Geller
Yapımcılar: Phylis Geller, Simonida Uth, Zoran Amar
Seslendirenler: Elisabeth Noone (anlatıcı), Stacy Keach (Tesla).
2000 ABD yapımı, 90 dakika.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Kaçaklar

Çok usta bir yönetmenden cesur bir ABD portresi, toplumsal eleştiri filmlerinin en parlak örneklerinden biri

IMDB: 7,0
Manalı Filmler: 9,0

Arthur Penn’in anısına
(27 Eylül 1922 – 28 Eylül 2010)


Pimi çekilmiş bir el bombası gibi…

İlk planda iki kaçak mahkum görünür, filmin yaklaşık 10. dakikasında onlardan biri olan Bubber’ın doğduğu kasabaya geleceği öğrenilir. Dostu düşmanı, annesi, karısı, herkes genç adamı beklemeye başlar.

Kimi öldürmek için, kimi kurtarmak umuduyla…

Büyük usta Arthur Penn’in filmi, Bubber’dan ziyade kasabadaki gergin bekleyişe, maceradan ziyade insan psikolojisine ve ilişkilere ağırlık veriyor. Kimin ne olduğu öğrenildikçe, ilişkiler işlendikçe, hele finale doğru maskeler düştükçe, daha ilk sahnede varlığı hissedilen el bombasının ne zaman ve kime patlayacağını merak ederek izliyorsunuz filmi. Şerif ve yardımcıları kasaba halkından, özellikle Calder’ın insanlarla çeşitli türde ilişkileri var (seçilmesini de kasabanın zengini Val’a borçlu ve bu yüzden Val’ın adamı olmakla suçlanıyor), yani işi zor. Olaylar bir Güney eyaletinde geçiyor, neredeyse herkesin belinde silah var ve çekmeye çok meyilliler: Karısının kendisini aldattığını öğrenen memur da silaha sarılabilir, Val, Bubber’ın “temizlenmesini” de emredebilir, Bubber karısının Val’ın oğlu Jake’le birlikte olduğunu öğrenince tetiği çekebilir… Üstelik, herhangi bir meseleyi “Bubber krizinin” yarattığı sise gömmek de mümkün ve bunu yapabilecek kişiler de var…

Ustaca yazılmış bir metni, Penn o kadar iyi çekmiş, zaten muhteşem olan oyuncu kadrosundan öyle bir verim almış ki, o el bombası patladığında, seyirci de yaralanıyor.

Çünkü o ana kadar anlayamadıysa bile, final yaklaşırken, filmin “bir ABD portresi” çizdiğini, özellikle “gençlerini öldürdüğünü” ima ettiğini, asıl temasının “linç kültürü” olduğunu ve anlatılanların ABD’ye özgü olmadığını kavramış oluyor.

Meraklısına:
Ünlü “Bonnie and Clyde”ın yönetmeni Arthur Penn, “The Miracle Worker” (1962) ve “Alice's Restaurant” (1969) gibi filmlerle de başarı kazanmış bir isim (üçüyle de Oskar’a aday gösterildi). Geniş filmografisinin diğer pırlantaları arasında unutulmaz “Little Big Man / Küçük Dev Adam” (1970) da bulunuyor.

“Kaçaklar” afişe çıktığında ticari başarısızlığa uğramakla kalmamış, eleştirmenler de beğenmemişler. Bunun en önemli nedeni filmin ABD hakkında söylediklerinin kolay hazmedilebilir şeyler olmaması. Hatta ünlü eleştirmen Pauline Kael “senaryonun kana susamış Teksaslıları şeytani niyetleri olan uzaylı yaratıklar gibi işlediğini” yazmış. Daha ilginç (ve bence yine haksız) bir başka yorum ise eserin “Kennedy’nin öldürülmesi yüzünden Teksaslıları cezalandırdığı” yönünde… Zamanla film olumlu eleştiriler almaya başlamış, giderek klasik kabul edilmiş.

Filmin starı Brando ve yine muhteşem. Kendisi bu filmde “ortada dolanmaktan başka bir şey yapmadığını” söylese de, oyunculuğundan büyülenmemek imkansız. Genelde olduğu gibi yine herkesi gölgesinde bırakıyor. Ama yardımcı oyuncu kadrosu o kadar güçlü ki, Brando’ya rağmen kendilerini göstermeyi başarıp bu filmle ünlendiler: “Kaçaklar”, özellikle Redford, Fonda, Duvall ve Dickinson’ın kariyerlerine ciddi ivme kazandırdı.

Bu kez senaryoyu kendisi yazmamış olsa da Horton Foote, tiyatro ve sinemada büyük başarı kazanmış bir yazar. Harper Lee’nin romanından uyarladığı “To Kill A Muckinbird / Bülbülü Öldürmek” (1962) ve özgün senaryosu “Tender Mercies” (1983) ile iki Oskar, “The Young Man From Atlanta” isimli oyunuyla Pulitzer ödülü kazandı, ayrıca özellikle tiyatro çalışmalarıyla çeşitli Yaşam Boyu Başarı ödüllerine değer görüldü.

İleri okuma için:
Mehmet Açar’ın yazısı
"En Muhteşem Kahraman"

The Chase / Kaçaklar
Yönetmen: Arthur Penn
Senaryo: Lillian Hellman (Horton Foote'nin aynı adlı oyunundan)
Yapımcı: Sam Spiegel
Oyuncular: Marlon Brando (Şerif Calder), Jane Fonda (Anna), Robert Redford (Bubber), E.G. Marshall (Val), Angie Dickinson (Ruby), Janice Rule (Emily), Robert Duvall (Edwin), James Fox (Jake).
1966 ABD yapımı, 135 dakika.
Gösterim tarihi: Aralık 1968
DVD firması: Tiglon / Sony

Vengo

Roman deyince aklınıza ne geliyorsa Gatlif filmlerinde tam da o var: Özgürlük ve macera tutkusu, düzenli hayata ve otoriteye tepki, “maske”sizlik, anı yaşamak ve tabii ki müzik

IMDB: 6,6
Metacritic: % 64
Manalı Filmler: 7,5

Kapı gıcırtısına da ihtiyaçları yok bu adamların; bir işin, muhabbetin, hatta yolun ortasında aniden oynamaya başlayabiliyorlar. Mutluluk da, hüzün de aynı kapıya çıkıyor onlarda: eller birbirine, ayaklar yere vuruluyor; kıvrak figürlere, derin bir acı veya dinmez bir öfke taşıyan yüzler ve icabında bıçaklar eşlik ediyor…

Kendisi de Roman olan müzisyen-yönetmen Tony Gatlif’in filmleri, ünlü Kusturica yapıtı “Times Of The Gypsies / Çingeneler Zamanı”ndan ziyade Aleksandar Petrovic’in eserlerini anımsatıyor (-Geçen Yıl Ankara Film Festivali’nde “Mutlu Çingeneler de Tanıdım” adıyla gösterilen- “I Even Met Happy Gypsies / Ah, Bu Çingeneler”, 1967; “It Rains in My Village”, 1968): Sinemasal açıdan görkemli değiller, yapısal açıdan hayli gevşekler… ama tam da bu yüzden Romanları daha iyi anlatıyorlar.

Roman deyince aklınıza ne geliyorsa Gatlif filmlerinde tam da o var: Özgürlük ve macera tutkusu, düzenli hayata ve otoriteye tepki, “maske”sizlik, anı yaşamak ve tabii ki müzik… Gatlif müziğe aşık; filmlerinde bol bol şarkı kullanıyor, müzik yapan, şarkı söyleyen insanları dakikalarca gösteriyor. Her filminde kendisine ait birkaç beste veya şarkı sözünün olması bir yana, öyküsünü kurarken müziğe de özel yer veriyor. Örneğin ünlü “Gadjo Dilo”nun (1997) hikayesi şöyle: “Genç bir Fransız, babasının çok sevdiği bir şarkıyı söyleyen kimliği belirsiz kadını bulmak amacıyla Romanya’ya gelir”… Tek kelime Romence bilmeyen bir delikanlı, hiç tanımadığı bir ülkedeki bir Roman köyüne kalkıp gelir mi? Hadi geldi diyelim, aradığı şarkıcı orada olmadığı halde haftalarca kalır mı?.. Bu bir Gatlif filmiyse gelir de, kalır da…

Bir Gatlif filminde iki Fransız sevgili, bir anda karar verip Cezayir’e gidebilirler, “Exiles”te olduğu gibi. Ve tabii ki parasızdırlar, gemiye kaçak binerler, çok dara düştüklerinde meyve toplamak gibi işlere girerler vs. Akla düşünce gitmek, gidilir çünkü, nasıl olursa olsun, bedeli ne olursa olsun…

Bazense gidilecek yer kalmaz: “Vengo”nun ana karakteri Caco'nun durumu budur, hayat taşınması çok zor bir yüke dönüşmüştür. Flamenkoya sığınır Caco, zeka özürlü yeğenini eğlendirmektir görünürdeki hedefi, ama anlaşılır ki aslında notalar içinde kaybolup gitmeyi özlemektedir, “rakı şişesinde balık olsam” misali…

Ödülleri:
İstanbul Film Festivali Jüri özel Ödülü (2001)
Ayrıca 1 ödül, 1 adaylık

Meraklısına:
Ünlü ney sanatçımız Kudsi Erguner filmde bir sahnede görünüyor, ayrıca “Bulena” ve “Nací en Alamo" isimli şarkılarda ney üflüyor.

Yonca Lodi’nin uyarladığı “Naci en Alamo” olağanüstü bir eser, filmde kullanılan versiyon ise müthiş, dinlemezseniz çok şey kaçırırsınız. Şu videoklip resmi bir çalışma değil, anlaşılan şarkının bir hayranı filmden planlar üzerine –film için şarkıyı söylediğinde 17 yaşında olan- Remedios Silva Pisa’nın şimdiki görüntüsünü eklemiş. Sonuç feci olmuş ama başka klip de yok.

Şarkı sözü
“Naci en Alamo”

no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

con mis dedos hago el fuego
y con mi corazon te canto
las cuerdas de mi corazon lloran

naci en alamo
naci en alamo
no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

naci en alamo
naci en alamo
ay cuando canta(s)
y con tus dolores
nuestras mujeres te chican

Hiçbir yerden gelmiyorum
Ne toprağım var
Ne de vatanım

Parmaklarımla ateş yakarım
Yüreğimden söylerim şarkımı
Kalbimin telleri ağlıyor

Alamo’da doğdum
Yerim yok
Toprağım yok
Yurdum yok

Alamo’da doğdum
Aşk için doğmuşum
Böyledir bizim kadınlarımız
Şarkısını öyle söyler ki
Büyüler insanı

Vengo
Yapım, Müzik ve Yönetim: Tony Gatlif
Senaryo: David Trueba, Tony Gatlif
Oyuncular: Antonio Canales (Caco), Orestes Villasan Rodríguez (Diego), Antonio Dechent (Primo Alejandro), Bobote (Primo Antonio), Juan Luis Corrientes (Primo Tres), Fernando Guerrero Rebollo (Fernando Caravaca), Maria Faraco (La Catalana).
2000 İspanya, Fransa, Almanya, Japonya ortak yapımı, 90 dakika.

Batman Başlıyor

IMDB: 8,3 (108. sırada)
Allmovie: 4 yıldız
Rotten Tomatoes: % 84
Manalı Filmler: 7,0

Amerikan süper kahramanlarından genelde hazzetmem, Batman kültürüne de hiç sempatim yoktur, hatta manasız bulurum. Anne-babası öldürüldüğü için kötülerle savaşmaya azmetmiş, koca bir holdingi yönetirken boş zamanlarında suçluları kovalayan bir karakter bana inandırıcı da gelmez, çekici de. Sadece insanüstü bir özelliği olmaması dikkate değerdir, parayla yaptırdığı özel cihazları kullanan sıradan bir adam olması onu diğer Amerikan süper kahramanlarına kıyasla biraz daha “katlanılabilir” kılar.

Tabii işin içine sinema girince durum değişiyor, ana karakter veya öykü size çekici gelmese bile usta bir yönetmenin çalışmasından büyülenebiliyorsunuz. Örneğin Tim Burton imzalı “Batman Returns / Batman Dönüyor”u beğenirim. Hatta genelde Batman külliyatındaki diğer karakterlere de soğuk yaklaşmama rağmen, o filmdeki Kedi Kadın ve özellikle Penguen yüreğimi titretmeyi başarır. Sonraki “Batman” filmlerini ise “iş gereği” izlemişimdir, teknik açıdan müthiştirler, çok iyi çekilmişlerdir, ama mana ve duygu bakımından yerlerde sürünürler (ki bu da normal ve hatta kaçınılmazdır, çünkü o filmler kültürlü yetişkinler için değil, çocukları büyülemek için yapılmıştı).

Batman ürünleriyle ilişkim bu nedenlerle yıllarca mesafeli kaldı. Derken mizahçı-senarist arkadaşım Kutsi Akıllı bana bir Batman albümü verdi: Frank Miller (“Sin City / Günah Şehri”, “The Spirit”) imzalı “Year One / Batman: İlk Yıl” idi o albüm ve Kutsi haklıydı, o farklıydı, maceradan ziyade psikolojiye ağırlık veren bir çalışmaydı, karakterin süper kahramana dönüşmesi sürecini anlatırken çocukluğunu ve gençliğini ayrıntılı işliyor, külliyat açısından önemli bir boşluğu dolduruyordu. Çok güçlü bir eserdi, çizgi roman olmasına rağmen tüm Batman filmlerinden daha “gerçek” görünüyordu.

“Batman Başlıyor” Miller’ın o yaklaşımını sinema perdesine taşıyor. Bu film “Batman: İlk Yıl” uyarlaması değil, ama bakış açısı aynı… Burton’ın çektiği Batman filmleri, görkemli, çekici, hoş masallardı. Gerçekle fantezi arasında ikincisine ağırlık veren bir denge kurulmuştu. Ama artık o yaklaşım eskimişti, satmıyordu. Aynen James Bond konusunda olduğu gibi stüdyoya “gerçekçi” bir Batman gerekiyordu ve bu zor işin altından kalkabilecek belki de tek kişi Christopher Nolan’dı.

Doğal olarak Nolan’ın önce gerçekle fantezi arasında kuracağı dengeyi iyi hesaplaması gerekiyordu, ilk cümlesini kurdu: “her şey gerçek olmalı” (Filmin sitesinde Goyer, Nolan öyle istediği için bu şiara uygun çalıştıklarını, Batman’in pelerininden arabasına varıncaya kadar her öğeyi elden geçirdiklerini anlatıyor). Ayrıca Nolan - Ra's Al Ghul’un ölümsüz olması gibi- fantastik öğeleri dışladı, gerçekle fantezi arasında ilkine ağırlık veren bir denge kurdu, sonuçta, olabilecek en gerçekçi Batman filmini yaptı.

İşin başında Nolan olunca, doğal olarak “yeni bir gerçekliğin kurulması” teması da önem kazanıyor. Filmin ilk 40 dakikasında Bruce Wayne’in “dönüşüm” öyküsünü izliyoruz, öfkeli, intikam arzusuyla dolu bir gençten toplumun yararına çalışmaya karar veren birine ve yavaş yavaş Batman’e dönüşüyor. Filmin asıl değerli ve ilginç bölümü de bu 40 dakika… Bu kısımda işlenen temalar çok önemli, ben de çok seviyorum (sadece bu filmde değil, her nerede karşıma çıkarsa), “bir insan olarak kalmayıp bir fikre, bir ideale dönüşmek” anlayışına da bayılıyorum; ama sonrasında kopuyorum: “Tüm bunlardan çıka çıka yarasa peleriniyle çatılarda zıplayan bir adam mı çıktı?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Tabii bu Nolan’ın sorunu ya da kabahati değil, Batman 1939’dan beri var. Nolan zaten yapılagelen Batman filmlerine yeni bir soluk, yeni bir enerji kazandırdığı için kutlanabilir veya eleştirilebilir.

Sadece sinema açısından değerlendirirsek Nolan’ın bu filmde yaptığı iş çok büyük, başarısı müthiş… Ama bir subayın Atatürk’e, bir avukatın Gandi’ye nasıl dönüştüğünü bilenler için, Bruce Wayne’in dönüşümü (ve tabii sonrasında yaptığı “kahramanlık”lar), kim çekerse çeksin, “geyik” kalıyor.

Ödülleri:
En İyi Görüntü Yönetmeni dalında Oskar adaylığı (Wally Pfister)
En İyi Dram filmi dalında Hugo adaylığı
Ayrıca 6 ödül ve 37 adaylık.

Batman Begins / Batman Başlıyor
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan, David S. Goyer (Karakterler: Bob Kane)
Yapımcılar: Larry J. Franco, Charles Roven, Emma Thomas
Oyuncular: Christian Bale (Bruce Wayne / Batman), Michael Caine (Alfred), Liam Neeson (Henri), Katie Holmes (Rachel), Gary Oldman (Jim), Cillian Murphy (Dr. Jonathan Crane), Tom Wilkinson (Carmine Falcone), Rutger Hauer (Earle), Ken Watanabe (Ra's Al Ghul), Morgan Freeman (Lucius Fox)
2005 ABD, İngiltere ortak yapımı, 140 dakika
Gösterim tarihi: 17 Haziran 2005
DVD firması: Tiglon / Warner Home Video

6 Ekim 2010 Çarşamba

Kader Bağlayınca

Irkçılıkla ilgili en manalı filmlerden biri, sarsıcı bir dostluk hikayesi... "Judgment at Nuremberg / Nüremberg Duruşması"nın yönetmeninden

IMDB: 7,7
Allmovie: 4 yıldız
Rotten Tomatoes: % 86
Manalı Filmler: 9,0

Tony Curtis’in anısına
(3 Haziran 1925 – 29 Eylül 2010)


Bir trafik kazası olur, devrilen hapishane arabasından iki mahkum çıkmayı başarır. Beyaz Joker ve zenci Cullen birbirlerine zincirlidirler, bu durum arazide ilerlemelerini zorlaştırır. Köpekli ekipler peşlerindedir, üstelik karşılaştıkları bazı insanlar da onlara kötü davranır, hatta linç edilmekten kıl payı kurtulurlar. Başka sorunları da vardır: Cullen beyazlardan, Joker siyahlardan nefret etmektedir, bu bilindiği için peşlerindeki Şerif bile “birkaç kilometre ilerlemeden birbirlerini öldürmüş olurlar” demektedir.

Ancak Joker ve Cullen, iki kez gırtlak gırtlağa gelseler de, sonunda birbirlerini anlamaya başlayacak, “kader arkadaşı” ve gerçekten dost olacaklardır…

Üstelik birkaç gün içinde…

Hem eleştirmenler nezdinde, hem gişelerde büyük başarı kazanan “Kader Bağlayınca”, Kramer’in yolunu açmış, büyük bütçeli, yıldız oyuncuları olan ama ciddi konulara eğilen filmler yapan bir sinemacı olabilmesini sağlamıştı.

İki ana karakteri arasında ayrım yapmayan film, dönemin seyircisinin “tehlikeli caniler” olarak algılayabileceği bu mahkumları, şiddet düşkünü, ırkçı, cahil insanlardan üstün tutuyor ve bunu açıkça yapıyor. Her ikisinin de önyargılarından kurtulup bilinçlenmelerini önemsiyor ve neden ve nasıl dost olabildiklerini gösteriyor. İnsan sevgisi ve yüksek ahlak filmin temel yapı taşları. Film boyunca devam eden Şerif-Yüzbaşı ilişkisi de buna hizmet ediyor (bir sahnede Şerif, kaçakların üzerine dobermanların salınmasını silah çekerek engelliyor ve “Bizim işimiz onları yakalamak, yok etmek değil” diyor).

Filmin düşünmeyi sevenlere sunduğu ikram ırkçılık konusuyla sınırlı değil; örneğin o dul kadının “kendi hapishanesini içinde taşıdığını”, hapsedilmemiş kişilerin de özgürlükten yoksun olabildiklerini gösteriyor, her mesele gibi özgürlüğün de bilinçle ilgili olduğunu vurguluyor (ki Kramer o kadın karakterini, linç-sever erkeklerle bir tutup toplumda yaygınlaşan “gizli faşizmin” eleştirisi açısından da değerlendiriyor).

Diğer özellikleriyle de çok başarılı bir film olan “Kader Bağlayınca”nın en çok iz bırakan yönleri, senaryosundaki incelikler, Kramer’in olgun yönetimi, muhteşem siyah-beyaz görüntüleri ve oyuncuların olağanüstü başarısı…

Ve tabii bir de Curtis’in cesareti… Bu film yapıldığında Curtis neredeyse 10 yıldır star konumundaydı ve çok popülerdi (Universal’a haftada ortalama 10 bin mektup gelirmiş, bir tutam saçı için yalvaran kadınlardan). Fakat olumlu eleştiriler, önemli ödüller alamıyordu çünkü kariyeri “aklı bir karış havada, kafasız ve amaçsız genç” rollerine sıkışmış durumdaydı (1958’den evvel Burt Lancaster sayesinde yer alabildiği iki ciddi film vardır sadece: “Trapeze” ve “The Sweet Smell of Success”). Bir yol ayrımına gelmişti: Yakışıklılığını öne çıkaran “boş” filmlerle devam edip ününü koruyacak ve çuvalla para kazanmaya devam edecekti veya mimlenme, seyirciyi hoşnut edememe, oyunculuk gücünü kabul ettirememe gibi riskleri göze alıp sosyal-siyasi meseleleri işleyen filmlere kabul edilmek için uğraşacaktı. Joker rolünü ona veren Kramer’in bile ciddi kaygıları vardı.

Ama sonuçta Curtis kendini herkese kanıtlamayı ve kabul ettirmeyi başardı, hatta iki yıl sonra Kubrick’le “Spartacus”te çalıştı.

Seçme replikler:
Joker: Kocana ne oldu?
Kadın: Sekiz ay önce kaçıp gitti. Burada sıkışıp kaldım.
Joker: Çok yalnız hissediyorsundur.
Kadın: Hapishane de öyle, değil mi?
Joker: Evet, aynen öyle.
Kadın: Gerçekten kötü oluyordur bazen?
Joker: Hıhı.
Kadın: Hayır.. Demek istediğim… Bazen o kadar kötü olur ki içini bomboş hissedersin. Anlıyor musun? Kocaman bir boşluk olur. Gözyaşlarınla doldurmak istersin.
Joker: Sana bir şey diyeceğim: Gözyaşlarıyla doldurursan işin biter.
Kadın: Başka ne yapabilirsin ki?
Joker: Ben o boşluğu hayallerle doldururum.
Kadın: Ama bir şeyi hayal edebilmen için onunla ilgili bilgin olması gerekir.
Joker: Hayır, gerekmez.
Kadın: Buradan 40 kilometre ilerde doğdum ben. Başka bir şey bilmiyorum, hiçbir şey…
Joker: Bilmen gerekmez. İstemen yeter. Eğer istersen kafanda milyonlarca resim yaratabilirsin.
Kadın: Resim mi?
Joker: Hıhı.
Kadın: Nasıl resim?
Joker: Her çeşit… Değişik yerler, değişik kişiler… Sahip olmak istediğin ama elde edemediğin her şey…

Meraklısına:
Filmin fragmanı

Filmin hikayesini yazan Nedric Young o dönemde kara listede olduğundan Oskar ödülü takma ismi Nathan E. Douglas adına verilmiş. Young’ın adını filme koyamamasına sinirlenen Kramer, iki senariste hapishane arabasının şoförleri rolünü vermiş, hatta jenerik akarken isimlerini ikisinin yüzünün göründüğü planın üzerine denk getirmiş (Resmi belgeler, 1993 yılında Young’ın dul karısının başvurusu üzerine düzeltilmiş).

Cullen rolü için ilk düşünülen isim Sammy Davis Jr imiş. O dönemde Elvis Presley de Joker rolünü oynamak için girişimlerde bulunmuş ama menajerinin ısrarlı itirazı yüzünden vazgeçmiş.

Kramer ilk günden itibaren Joker rolü için Marlon Brando’yu düşünmüş. Efsane oyuncu filmde rol almayı istemesine rağmen “Mutiny on the Bounty / Denizde İsyan” (1962) filminin çekimleri inanılmaz uzadığından o seti bırakıp gelememiş. Kramer son ana kadar Brando’yu beklemiş, çekimlere birkaç gün kala başka bir oyuncu aramaya başlamış ve Curtis’le anlaşmış.

Asılsız bir söylenti yüzünden Robert Mitchum’un zenci bir oyuncuya zincirlenmeyi istemediği için Joker rolünü reddettiğine yıllarca inanılmış. Oysa oyuncunun itirazının nedeni farklıymış: kendisi de eski bir mahkum olan Mitchum, bir Güney hapishanesinde biri zenci, diğeri beyaz iki mahkumun birbirlerine bağlandığına hiç tanık olmadığını, o dönemde kimsenin böyle bir şey yapmayacağını, bu trüğün filmin inandırıcılığını zedelediğini söyleyerek teklifi reddetmiş.

Çekimler sırasında eski bir mahkum danışman olarak çalışmış. Ancak adı jenerikte belirtilmemiş çünkü adam hala aranıyormuş.

Ödülleri:
En İyi Orijinal Senaryo ve En İyi Görüntü (siyah beyaz) dallarında Oskar ödülü; Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu (Curtis), Erkek Oyuncu (Poitier), Yardımcı Erkek Oyuncu (Bikel), Yardımcı Kadın Oyuncu (Williams) ve Kurgu dallarında Oskar adaylığı
En İyi Film (dram) dalında Altın Küre ödülü; Yönetmen, Erkek Oyuncu (Curtis), Erkek Oyuncu (Poitier) ve Yardımcı Kadın Oyuncu (Williams) dallarında Altın Küre adaylığı
Dram kategorisinde Amerikan Yazarlar Birliği WGA ödülü
Ayrıca 11 ödül, 8 adaylık

The Defiant Ones / Kader Bağlayınca
Yapımcı ve yönetmen: Stanley Kramer
Senaryo: Nedrick Young (öykü), Harold Jacob Smith (senaryo)
Oyuncular: Tony Curtis (John 'Joker' Jackson), Sidney Poitier (Cullen), Cara Williams (çiftlikteki kadın), Theodore Bikel (Şerif Max), Charles McGraw (Yüzbaşı Frank), Lon Chaney Jr. (Koca Sam)
1958 ABD yapımı, 97 dakika
Gösterim tarihi: Aralık 1965

5 Ekim 2010 Salı

Insomnia

Orijinal filmden farklı olarak bu “Insomnia”da çevresindeki gerçeklik ana karakterin üzerine adeta yıkılmaktadır, zamanla eskimiş ve zayıflamış bir binanın depreme dayanamaması gibi… Jonas’tan farklı olarak Will, bir trajedi kahramanıdır

IMDB: 7,2
Allmovie: 4 yıldız
Metacritic: % 78
Rotten Tomatoes: % 92
Manalı Filmler: 8,0

Kendi imkanlarıyla (ve üç kuruşa) çektiği “The Following / Takip” sayesinde “Memento / Akıl Defteri” için bütçe bulan Christopher Nolan’ın, o filmin başarısından sonra ne yapacağı merak konusuydu… Sinema camiası “Akıl Defteri”nden büyülenmişti, Holivud’da kapılar Nolan’a açıktı, ama hangi kapıdan girecekti? Ondan önce Bryan Singer, Robert Rodriguez, Mikael Hafström gibi yönetmenler, farklı ülkelerden, bağımsız filmlerden gelip A sınıfı Holivud ürünlerinde yönetmenlik koltuğuna oturmuşlardı. Stüdyolarla çalışmayı reddedip bağımsız filmler çekmeye devam edenler de vardı. Temel iki seçenek de bunlardı.
Bir yol daha vardı; daha zor, tam olarak nereye çıkacağı belirsiz, bu yüzden de daha tehlikeli, haliyle diğerlerinden daha az tercih edilen bir yol: Stüdyolarla (üstelik yüksek bütçeyle) çalışmak, ama ruhen bağımsız kalmak, kişisel eğilimlerine, zevklerine, ilgilendiği temalara ihanet etmemek…

Nolan’ın işi zordu, o aşamada yapacağı seçim, büyük olasılıkla geleceğini belirleyecekti.

Fakat Allah Nolan’a “yürü ya kulum” demişti bir kere; karşısına üçüncü yoldan, rahat bir şekilde ilerleyebileceği bir proje çıktı: “Insomnia”… Bu bir uyarlama idi. Norveçli Erik Skjoldbjærg 1997’de modern bir kara film çekmiş, başta senaryosu olmak üzere hemen tüm öğeleriyle film çok beğenilmiş, hatta yönetmen Holivud’a gidip “Prozac Nation / Prozac Toplumu”nu yapmıştı.

Bir cinayeti çözmek üzere Norveç’e giden İsveçli bir dedektif olan Jonas’a (“Amistad”, “Mama Mia”, “Angels & Demons / Melekler Ve Şeytanlar” gibi filmlerden tanıdığımız Stellan Skarsgard) odaklanan “Insomnia” tipik Nolan temalarını zaten içeriyordu: Çalıştığı bölgede –yılın o mevsiminde- güneş hiç batmadığı için uyuyamayan Jonas’ın gerçeklikle bağı zayıflıyor, ortağını yanlışlıkla öldürmesinden kaynaklanan vicdan azabı hayatını mahvediyordu. Ayrıca dedektifin bu ikinci cinayeti de aranan katilin üzerine yıkmaya çalışması, yani “gerçekliği değiştirme” –ve tabii ki, bunun beraberinde gelen bedel ödeme- teması da vardı.

Senaryonun haklarını çoktan satın almış ve yeni metni yazdırmış olan yapımcılar yönetmen arayışındaydılar, Nolan “Insomnia”yı çok beğeniyordu, sonuçta buluşuldu. Nolan senaryoya gücü yettiğince müdahale etti (hatta rivayetlere bakılırsa son yazımı bizzat yaptı), kendi temalarını derinleştirdi. Örneğin hikayeye bir kedi-fare oyunu ekledi, böylece gerçekliği değiştirip yeni bir gerçeklik yaratma izleğini iki taraflı işledi: Orijinal filmden farklı olarak bu “Insomnia”da katille dedektifin bir tür kader birliği içine girmeleri söz konudur, her iki cinayeti de öldürülen kızın erkek arkadaşı üzerine yıkmaya karar verirler, ama bu sırada dedektif Will (Pacino) katili (Williams) bir punduna getirip içeri tıkmaya, katilse dedektifin iş ortağını öldürdüğüne bizzat tanık olan tek kişi olmasının avantajını kullanıp yakayı sıyırmaya çalışır. Yani anlaşmazlık konusu, yeni gerçekliğin nasıl yaratılacağıdır.

Bir başka gerçeklik yaratmaya cüret etmek ise, belki de en aşırı insan davranışıdır…

Kim çekerse çeksin, Holivud’un yaptığı bir uyarlamada orijinal filmdekinden daha derli toplu bir anlatımın olacağı, rahatsız edici senaryo zaaflarının giderileceği, ana akım sinemanın kurallarına daha fazla riayet edileceği, filmin orijinali kadar tedirgin edici olmayacağı ve bazı bölümlerinin törpüleneceği kesindi. Örneğin dedektifin ölen kızın en yakın arkadaşı ile arabadayken kızın bacağını okşaması, otel görevlisine adeta tecavüze kalkışması vs Holivud uyarlamasında yoktur. Hem ana karakter daha “temiz” biridir, hem de film daha steril: Örneğin Jonas bir köpeği öldürür, Will ise bir köpeğin cesedine ateş eder… Uçlarda dolaşan hikayelerini ana akım sinemanın standartlarına uygun anlatmayı yeğleyen Nolan için bu arındırma harekatı sorun değildi; bunları yaptı. Öte yandan filme başka bir yönetmenin büyük ihtimalle katamayacağı şeyler kattı, örneğin Pacino ve Williams’ın oyunculuklarında tuhaf bir denge olmasını sağladı, bununla karakterleri yazılan hallerinden daha derin ve ilginç hale getirdi, sonuçta filmin varoluşçuluğun sularına açılmasını sağladı.

Ayrıca örneğin, orijinal filmden farklı olarak bu “Insomnia”da çevresindeki gerçeklik ana karakterin üzerine adeta yıkılmaktadır, sağlam inşa edilmiş ama zamanla eskimiş ve zayıflamış bir binanın depreme dayanamaması gibi… Her iki filmde de ortağını katilin değil, dedektifin öldürdüğü sonunda anlaşılır ama Jonas’tan farklı olarak Will, bir trajedi kahramanıdır, geçmişte de gerçekliği bozmuş, bunun “ilk zelzeleyi yaratacağını” hesaba katamamış, sonunda mecburen yalan yalanı kovalamış, bina giderek harabeye dönüşmüştür, dışarıdan saraya benzese bile…

Bu “Insomnia”da suçluluk duygusu çok daha hacimli işlenmiştir. Will’in vicdan azabının derinleştirilmesinin yanı sıra, Walter’ınki de daha geniş biçimde işlenmiş, ikisinin bu güçlü duyguya farklı tepkiler vermesi sağlanmış, bu tepkilerin kıyaslanmasından bir ahlaki tartışma yaratılmıştır. Bu nedenle olsa gerek bir söyleşisinde Nolan filmin “suçluluk duygusuna verilen tepkiyle ilgili” olduğunu söylüyor.

Uzatmayayım: Başka bir yönetmenin elinde “Insomnia” şık bir macera-polisiye olarak kalabilirdi, Nolan çekince, insanoğlunun en temel meselelerini, polisiye bir öykü aracılığıyla anlatan bir filme dönüştü.

Ödülleri:
Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce En İyi Senaryo ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Williams) dallarında Saturn Ödülü’ne aday gösterildi.
Ayrıca 1 ödül ve 6 adaylık.

Meraklısına:
Filmin başarısında Warner Bros.’un eşine az rastlanır bir yapımcı kadrosu kurmasının da payı büyük. Başta Clooney ve Soderbergh olmak üzere birkaç ayrı ekip bir araya getirilmiş. Hepsinin biyografileri için filmin resmi sitesine bakınız.

İleri okuma için:
“Rüyalar gerçek olsa”

Insomnia
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Hillary Seitz (Nikolaj Frobenius ve Erik Skjoldbjærg'in 1997 tarihli senaryolarından)
Yapımcılar: Broderick Johnson, Paul Junger Witt, Andrew A. Kosove, Edward L. McDonnell (Yürütücü yapımcılar: George Clooney, Kim Roth, Steven Soderbergh, Tony Thomas, Charles J.D. Schlissel; Ortak yapımcı: Emma Thomas)
Oyuncular: Al Pacino (Will Dormer), Robin Williams (Walter Finch), Hilary Swank (Ellie Burr), Martin Donovan (Hap), Paul Dooley (Şef Nyback), Nicky Katt (Fred), Larry Holden (Farrell)
2002 ABD, Kanada ortak yapımı, 118 dakika
Gösterim Tarihi: 25 Ekim 2002
DVD firması: Palermo

Tanrının Kitabı

Berbat bir senaryo, feci bir Hıristiyanlık propagandası...

IMDB: 6,9
Allmovie: 3 yıldız
Metacritic: % 53
Rotten Tomatoes: % 48
Manalı Filmler puanı: 4,5

Teknik açıdan bu kadar üst düzey bir filmin, “mana” bakımından bu kadar yerlerde sürünmesi çok tuhaf. Daha iyisinin imkanı varken üst seviyelere çıkamayan filmlerde hissedilen “yazık olmuş” duygusu bu örnekte birkaç misline çıkıyor.

Bir filmin herhangi bir öğretiye sırtını yaslamasına karşı değilim, yeter ki “Book of Eli” gibi seyirciyi aptal yerine koyup saçma sapan propaganda yapmasın. İlle de yapacaksa da bari iyi çalışılmış olsun, senaryosunda ciddi boşluklar barındırmasın… Her dinde olduğu gibi, Hıristiyanlık’ta da öğretici, hayli değerli temalar var, “Tanrının Kitabı”nın sorunu bunlarla aslında samimi bir şekilde ilgilenmiyor oluşu. Ne de kıyamet olgusunu ciddiye alıyor.

Hikayesi o kadar basit ki, kendi üzerine çöküyor: Tanrı Eli’yi sağlam kalmış tek İncil’i uygarlığı yeniden kurmaya çalışan bir topluluğa götürmekle görevlendirmiştir… Devamını yazmama gerek yok, bu cümle zaten eserin vahamet derecesini anlatmaya yetiyor: Filmin temellendiği çerçeveye göre insanlığın ve uygarlığın önemli bir bölümünün yok olmasını engellemeye Tanrı’nın gücü yetmemiş (veya bunu kendisi istememiş), ama uygarlığı yeniden başlatmak arzusunda. Bunun için İncil mutlaka gerekiyor (ille İncil lazım, Kuran’ı yollayan Tanrı değilmiş gibi…), binlerce kopyanın yok edilmesine seyirci kalan Tanrı, yeni bir peygamber/kitap göndermeyi de arzu etmiyor, velhasıl bulduğu tek çözüm, zavallı Eli’yi 30 yıl yürütmek.
Uzatmayayım, saçma sapan bir öyküsü var filmin. Sadece öykü de değil, senaryonun tamamı, tüm yönleriyle sekizinci sınıf… “I Am Legend / Ben Efsaneyim”in yanına yaklaşamıyor, ama örneğin “Legion / Kıyamet Melekleri”nin kuzeni…

Düşük bütçeli bir TV filmi olabilecek bir senaryoyu, “From Hell / Cehennemden Gelen”le saygın bir yer edinen Hughes Kardeşler’in yönetmesi, başlıca rolleri ünlü ve yetenekli isimlerin üstlenmesi, herhalde ancak emektar yapımcı Joel Silver’ın projedeki varlığıyla açıklanabilir...

Öte yandan teknik yönleriyle film (sadece görüntü değil, örneğin ses, ses efekti kullanımı vs de dahil), tam bir ustalık gösterisi, Holivud’un rakip sektörlere ne kadar büyük bir fark attığının önemli örneklerinden biri…

Meraklısına:
Filmin teknik başarısının mimarı olan Don Burgess, “The Contact / Mesaj”, “Cast Away / Yeni Hayat” ve hatta “The Polar Express / Kutup Ekspresi” gibi başarılı Robert Zemeckis filmlerinin görüntü yönetmeni.

Book Of Eli / Tanrının Kitabı
Yönetmenler: Albert Hughes, Allen Hughes
Senaryo: Gary Whitta
Yapımcılar: Broderick Johnson, Andrew A. Kosove, Joel Silver, David Valdes, Denzel Washington
Oyuncular: Denzel Washington (Eli), Gary Oldman (Carnegie), Mila Kunis (Solara), Ray Stevenson (Redridge), Jennifer Beals (Claudia), Tom Waits (Mühendis)
2010 ABD yapımı, 118 dakika
Gösterim tarihi: 5 Şubat 2010
DVD firması: Tiglon / Fida Film

Nostradamus: 2012

Ünlü kahinin 2012 yılına ilişkin kehanetlerini Maya, Hopi kızılderilileri ve Mısır gibi kadim uygarlıkların bilgileriyle harmanlayarak aktaran bir belgesel

IMDB: 5,1
Rotten Tomatoes: % 52
Manalı Filmler puanı: 6,0

Hemen belirteyim, History Channel’ın bu belgeseli başarılı değil, konunun önemi düşünülürse filmi gerçekleştirenlerin tavrı da hoş değil. Yine de izlenmesinde yarar olan bir iş. Çünkü “Nostradamus 2012” ünlü kahinin olası bir kıyametle ilgili yazdıklarını, 1994’te bulunan bir kitabındaki 7 çizimden de yararlanarak, Mısır, Maya, Hopi kızılderilileri gibi kadim uygarlıkların kültürel kalıtlarıyla birlikte sunuyor ve konuyla ilgili hayli geniş bir özet yapıyor. Aralarında hiç bilim adamı olmasa da, düşüncelerini ifade eden araştırmacı-yazarların sayısı ve ürettikleri eserler bile meselenin önemini seyirciye anlatmaya yetebilir. Dolayısıyla bu film, kıyamet konusuna ilgi duyanlar için uygun bir başlama noktası olabilir.

21 Aralık 2012 gününden başlayarak gerçekleşecek doğal felaketlerin insanlığın önemli bir bölümünü yok etme potansiyeli bulunduğunu izleyicisine aktarmayı başaran belgesel, bununla ilgili karşı görüşlere (örneğin o tarihte olumsuz bir gelişme yaşanmayacağına, sadece dünyanın nötron kuşağına gireceğine inananlara) yer vermiyor. Örneğin bilim çevrelerinin manyetik takla (dünyanın manyetik kutuplarının yer değiştirmesi) sonucu uyduların zarar görebileceğini, elektronik aygıtların çalışmayabileceğini kabul ettiklerini, ancak bu konuda bugünden 2012’ye kadar ciddi bir fark yaşanmayacağını düşündüklerini söylemiyor. Daha önemlisi bilim çevreleri manyetik taklanın birkaç yüz bin yılda bir gerçekleştiğini, ancak tarihte insanlığın önemli bölümünün yok olduğunu gösteren bir kanıt bulunmadığını belirtiyorlar, belgeselde ise daha önce 5 ya da 6 kez doğal felaketler yüzünden nüfusun öneli bölümünün yok olduğu söyleniyor.

Film, Nostradamus uzmanlarının doğru çıktığına inandığı kehanetleri (2004’teki büyük tsunami, global ekonomik kriz vs) sıralayıp, 2012’deki kıyamete ilişkin kehanetin de doğru çıkacağını ima ediyor. Fakat finalde yine Nostradamus’un yazdıklarından hareketle kıyametin insanlığın mutlak kaderi olmayabileceğini, bunun topluca ne yönde hareket edeceğimizle ilgili olduğunu belirtiyor…

İleri okuma için:
Nostradamus hakkında geniş bilgi (İngilizce sayfada pek çok başka siteye linkler veriliyor)
Benzer kehanetleri olan Bulgar kadın medyum Baba Vanga hakkında geniş bilgi (İngilizce, bol linkli)
2012 Fenomeniyle ilgili geniş bilgi (İngilizce, çok geniş bir kaynak listesi var)

Nostradamus: 2012
Yönetmen: Andy Pickard
Senaryo: Sarah Hollister, Larry Weitzman
Yapımcılar: Sarah Hollister, Fiona Spillard, Larry Weitzman
2009 ABD yapımı, 120 dakika

20 Eylül 2010 Pazartesi

Bir Kadın Meselesi

Huppert’in inanılmaz ölçülü bir oyunculukla canlandırdığı Marie’nin sonunu hazırlayan, hayata dair bilincinin fena halde kıt olması. Çoğu şeyi göremiyor, görebildiklerini de reddediyor, böylece yarattığı yanılsamayı gerçeklik sanarak yaşıyor

IMDB: 7,7
Allmovie: 4 yıldız
Rotten Tomatoes: % 80
Manalı Filmler: 9,0

12 Eylül günü dünyaya veda eden Claude Chabrol, Fransız Yeni Dalga akımını başlatan yönetmen olarak tanınıyordu. Hiçbir zaman Cahiers du Cinéma dergisinde birlikte çalıştığı (sonraki yıllarda Yeni Dalga’nın önde gelen yönetmenleri olarak dünyaca tanınan) François Truffaut ve Jean-Luc Godard kadar ünlü olmadı ama 60’dan fazla filmi ve “auteur” kuramına katkılarıyla yalnız Fransa’da değil, tüm dünya sinemasında etkili oldu.

1958’de gerçekleştirdiği ilk filmi, Yeni Dalga akımını başlatan “Le beau Serge”le birlikte Chabrol, ölümüne kadar sürdüreceği sinemasal kimliği kurmuştu: Psikolojik gerilim türünün tutkunu ve ustasıydı; insanın iç dünyasını incelemekten hoşlanır, çoğunlukla ana karakterini zarara uğratan hatta felaketlere sürükleyen bilinçsizliğe özel ilgi gösterirdi.

Karakterleri yokuş aşağı yuvarlanırken Chabrol, mesafeli bir yaklaşımla olayları gözlemler ve kaydeder, iç dünyalarına en çok yaklaştığı anlarda bile tarafsızlığını korur, izleyiciye kendi kararını verme şansı tanır. Filmlerinin önemli bir bölümünde “ana kahraman”, sıradan bir insandır; bastırılmış duyguları yüzünden seyirci onu ancak yüzeysel tanıyabilir, sahip olduğu burjuva değerleriyle –çoğunlukla şiddete ve suça yol açan- tutku arasındaki çatışma gerilimi yaratırken, “gerçekte kim olduğunu” ne kendisinin, ne de seyircinin bildiği ana karakter hep gizemini korur. Öykü ilerledikçe, gerilim karşısındaki tavrı (örneğin tutkusunu açığa çıkarması veya bunu reddetmesi) ana karakterin gizemini azaltır, bir sonraki an ne yapacağı tahmin edilebilir hale gelir; öte yandan, ruhunun karanlık labirentlerinde başka nelerin olduğu ve başına tam olarak neyin geleceği soruları giderek güçlenir; gerilim ve gizem birbirini besleyerek çoğalır.

Mükemmel kurulmuş ve kotarılmış bir film olan “Bir Kadın Meselesi”, yönetmenin temel özelliklerini iyi yansıtması ve özellikle hayata dair bilinç eksikliğinin yol açtığı sorunları ve insanlık durumlarını göstermesi bakımından önemli bir eser...

2. Dünya Savaşı yılları, Fransa işgal altında, yoksulluk dorukta… Erkeklerin önemli bölümü ya öldürülmüş, ya tutuklanmış veya cephede. Özellikle genç kadınlar için çocuk yapmak çekici bir şey değil, ancak ağır hayat şartlarının toplumsal ahlakı erozyona uğratacağından korkan devlet, kürtaj yasağına aykırı eylemleri şiddetle cezalandırıyor.

Ev hanımı Marie, “bir elinde cımbız / bir elinde ayna/ umurunda mı dünya” modeli bir kadın. Hem eğitimsiz, hem cahil. Şarkıcı olmayı düşlüyor, iyi yaşamayı arzuluyor; başka da hiçbir şey umurunda değil. İki çocuğuyla ayakta kalmaya çalışırken, savaşta esir düşmüş kocasıyla hiç ilgilenmiyor, adam eve döndükten sonra bile… Bir arkadaşına yardım edip başarılı olunca yasadışı kürtaj yaparak para kazanmaya başlıyor, sokak kadınlarına oda kiralamak gibi başka kazanç yolları icat ediyor. Zenginleştikçe şımarıyor Marie, yeni hayatına tutkuyla sarılıyor. Tutuklandığında aklı başına geliyor, ama artık çok geçtir…

Huppert’in inanılmaz ölçülü bir oyunculukla canlandırdığı Marie’nin sonunu hazırlayan, hayata dair bilincinin fena halde kıt olması. Uyanık bir kadın o, ama akıllı değil. Onu sevmediğini yüzüne karşı haykırmasının, onu kesinlikle yanına yaklaştırmamasının kocasını nasıl etkileyeceğini anlayamıyor. Başka bir erkeğin yatağına girmesinin de. Yarım yamalak bilgiyle kürtaj yapmasının “hastalarına” zarar verebileceğini düşünmüyor, hatta aralarından birinin ölmesini bile umursamıyor. Çoğu şeyi göremiyor, görebildiklerini de reddediyor, böylece yarattığı yanılsamayı gerçeklik sanarak yaşıyor. örneğin Yahudi olduğu için Nazilerin alıp götürdüğü en yakın arkadaşının, dinini bilmediği ortaya çıkıyor, gerçeği öğrenince de, bir gün geri döneceğine inanmayı yeğliyor, o şekilde giden kimsenin geri dönmediğini bilmesine rağmen...

1943’te idam edilen Marie-Louise Giraud’un öyküsünü anlatırken Chabrol, akıllıca bir tutumla hikayeyi geniş tutmuş, Marie’nin arkadaşları ve müşterilerini de kapsamasını yeğlemiş. Senaryo, ağır toplumsal koşulların kadınlara yaşattığı zorlukları işlerken, “uyanık” ve bencil davranarak o darboğazdan çıkılamayacağını vurguluyor, kurtuluşun daha yüksek seviyede şuurdan geçtiğini imliyor.

Ki o şuur seviyesi, öncelikle birlik bilincine sahip olmayı gerektirir. Sadece kızını okşayıp sevmesinin oğluna yaşattığı acıyı bile göremeyen/anlayamayan Marie (ve benzerleri) zaten o bilinç seviyesinde değillerdir…

O yüzden sonları hep trajik olur…

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre adayı oldu; Venedik Film Festivali’nde Huppert En İyi Kadın Oyuncu seçildi.
Ayrıca 10 ödül ve 3 adaylık.

Meraklısına:
DVD hakkında geniş bilgi için tıklayınız
Fragman için tıklayınız

Story of Women / Une affaire de femmes / Bir Kadın Meselesi
Yönetmen: Claude Chabrol
Senaryo: Colo Tavernier, Claude Chabrol (Francis Szpiner'in kitabından)
Yapımcı: Marin Karmitz
Oyuncular: Isabelle Huppert (Marie), François Cluzet (Paul), Nils Tavernier (Lucien), Marie Trintignant (Lulu), Lolita Chammah (Mouche #2), Aurore Gauvin (Mouche #1), Guillaume Foutrier (Pierrot #1), Nicolas Foutrier (Pierrot #2), Marie Bunel (Ginette), Dominique Blanc (Jasmine)
1988 Fransa yapımı, 108 dakika
DVD firması: A. E. Film / Saga