Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

22 Ocak 2016 Cuma

Sekizinci Gün

IMDB: 7,6

Rotten Tomatoes: % 67
Manalı Filmler: 9,0

Bugünlerde ülkemizde gösterilen filmler, sinema dünyasının iki önemli merkezi Hollywood ve Avrupa’da süregelen kimi değişiklikleri de gözlemleme olanağı veriyor. “Hollywood ve Öpücüğün Anlamı” başlıklı yazımda açıklamaya çalıştığım gibi, televizyonun yaygınlaşmasından beri gençliğe yönelik filmler yapan ve bu sayede kendini kurtaran Hollywood’un, belli bir daralma sonucu girdiği kriz sürerken, televizyona karşı etkili bir çözüm üretememiş olan Avrupa sineması da farklı yoldan kendini kurtarmaya çalışıyor.

Kuşkusuz Avrupa sineması deyince akla Fransız sineması geliyor. Dünyanın devlet eliyle en çok korunan ülke sineması olduğu için diğer Avrupa ülkelerinden daha iyi durumda olan Fransız sineması, geçmişten gelen “önemli bir sinema ülkesi” olma özelliğini bir ölçüde sürdürebildi, ama orada da ciddi bir daralma söz konusu. Fransız sineması geçmişte birbirinden güzel örneklerini sunduğu psikolojik filmlerin cangılına sıkışmış, türe hiçbir yenilik getirmeyen yüzlerce filmle yolunu sürdürmüş, belli bir seyirci kitlesinin özellikle uzak durduğu bir kimliğe bürünmüştü. 80’li yılların sonlarından itibaren Fransa’da film yapmaya başlayan Carax, Annaud, Beineix, Besson gibi kimi yönetmenler, ülkelerinin sinema mirası üzerine Hollywood’un temsilcisi olduğu çağdaş bir sinema anlayışını koyabildiler, ilginç filmlere imza attılar.

 “Toto le Heros / Kahraman Toto” isimli ilk filminden tanıdığımız Belçikalı yönetmen Jaco Van Dormael de, adını andığım Fransız meslektaşları gibi, Avrupa yanıyla Amerikalı tarafını filmlerinde birleştirebilen, çok zor yakalanabilen bu sentezi yaşama geçirebilen yönetmenlerden biri. “Kahraman Toto”da bireylerin yaşamlarına ayrıntısıyla giren, insanlar arasındaki ilişkileri temel olarak alan, öyküsünü çok modern bir sinema anlatımıyla aktarırken özellikle hikaye kurgusuyla dikkat çeken Dormael, yeni filmi “Sekizinci Gün”de de aynı yolu izliyor. Üstelik, daha da geliştirdiği sinematografik anlatımıyla, çok daha çarpıcı bir filme imzasını atarak.

 “Sekizinci Gün”ün Avrupalı yanı, modern toplumun kıskacında bunalmış “normal” bir insan olan Harry ile bir mongolyeni, doğayı ve yaşamı olduğu gibi algılayan, sevgiyle çok üst düzey bir ilişki kurabilen bir insan olan Georges’u bir araya getirmiş olmasıyla başlıyor, Georges’un lokantadaki garson tarafından reddedildiği, diskotekte kendisini yere attığı sahnelerle ya da örneğin o unutulmaz final bölümüyle doruğa çıkıyor. Dormael’in anlattığı yalnızca iki insanın özel koşullarda karşılaşmalarıyla başlayan ilişkileri değil, yaman bir modern toplum eleştirisi de film boyunca varlığını hissettiriyor.

Filmin ana temalarından biri başarılı olmak uğruna öğrendiği yaşama biçimini sürdürürken doğadan ve kendi özünden uzaklaşmış bir bireyin, yaşamı öğrenme süreci... Normalde son derece sıkıcı, didaktik bir filme temel oluşturabilecek bu tema, Dormael’in elinde, kıpır kıpır, neşeli, coşkulu bir yapıta dönüşüyor.

Entelektüalizmi koruyarak, bir yandan da keyifle seyredilen bir filme imza atabilmek, popüler olanla elit olanı bu kadar ustalıkla birleştirebilmek için kuşkusuz ki iyi sinemacı olmak gerekiyor. Dormael’in ne kadar yetenekli bir yönetmen olduğu ise filmlerinin her planından belli. Örneğin “Sekizinci Gün”ün açılışı, son derece şiirsel, inanılmaz deneysel, tek kelimeyle mükemmel bir sekans. Aynı sekansın finalde, küçük değişikliklerle yinelenmesi ve bu sayede yeni anlamlar yaratılması ise olağanüstü çarpıcı.

Dormael temalarını işler, iki ana karakteri arasındaki ilişkiyi sürdürürken, “Kahraman Toto”nun kimi bölümlerindeki gibi hınzırlık yapmaktan da geri durmuyor. Harry’nin yaşamının ne kadar sıkıcı olduğunu anlatırken, aynı planları yinelemesi, Georges’un, kaldığı yurttan kaçtıktan sonra yolu nasıl bulacağı sorununu sevimli ok esprileriyle çözmesi ve en önemlisi mongolyenleri metropolün ortasına salıvermesi, sanatçının sinematografik yeteneklerinin yanında, ne kadar zeki biri olduğunun da kanıtı.

Çoğu Hollywood filminin duygusuz hareketliliğinden ve çoğu Avrupa filminin soğuk didaktizminden uzak durmayı başaran bu film, yapay bir duygusallığın ardından koşan kimi Avrupalı sinemacıların çıkarabileceği derslerle de dolu.

Örnek mi?.. O muhteşem intihar sekansı yetmez mi?..

Antrakt, Sayı: 59, Ekim-Kasım 1996

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre adayı
Cannes Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu ödülü (Daniel Auteuil, Pascal Duquenne)
Ayrıca 5 ödül ve 3 adaylık

Meraklısına:
13 yıl aradan sonra üçüncü uzun metrajı “Mr. Nobody / Bay Hiçkimse” (2009) ile dikkatleri çeken yönetmenin, bu yılki eseri “The New Testament” Belçika’nın Oskar aday adayı idi; dokuzluk listede olmasına rağmen son 5 arasına giremedi. 

Le Huitieme Jour / The Eighth Day / Sekizinci Gün

Senaryo ve yönetim: Jaco Van Dormael
Yapımcı: Philippe Godeau
Oyuncular: Daniel Auteuil (Harry), Pascal Duquenne (Georges), Miou Miou (Julie), Henri Garcin (şirket yöneticisi), Isabelle Sadoyan (Georges’un annesi)
1996 Fransa, Belçika, İngiltere ortak yapımı, 117 dakika.
Gösterim tarihi: 30 Ağustos 1996