Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

29 Nisan 2010 Perşembe

Yedinci Mühür



Hayatın anlamını sorgulayan başka filmler de çekildi kuşkusuz, fakat sadece “Yedinci Mühür” bu konudaki soruları bir çığlığa dönüştürdü

IMDB: 8.4 (116. sırada)
Allmovie: 5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 93
Manalı Filmler puanı: 9.5
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 53. sırada
İnanç ve Sanat” sitesinin listesinde 13. sırada

Haçlı Seferleri’nde 10 yıl savaşan şövalye Antonius ve hizmetlisi Jöns evlerine dönmektedirler. İsveç vebaya teslim olmuştur, yol boyunca cesetler, ölmekten korkan insanlar, onları dine davet eden fanatikler ve bu zorlu yaşama bir parça neşe katmaya çalışan tiyatrocuları görürler. Derken elinde tırpanı, kara peleriniyle Azrail, Antonius’un önünde belirir, şövalyeye zamanının dolduğunu söyler. Antonius onu satranç oynamaya davet eder. Bir insanın onu asla yenemeyeceğine inanan Azrail bu meydan okumayı kabul eder. Maç başlar.

Adını Yeni Ahit’teki “Book Of Revelation” bölümünde geçen, kıyametle ilgili cümlelerden alan yapıt, din ve inanç temaları üzerine yapılmış en özel filmlerden biri. Bir Vaiz’in oğlu olan, çocukluğu kiliselerde geçen, ancak Tanrı ve dine inanmakta hayatı boyunca güçlük çektiğini belirten Bergman, pek çok filmine dinle ilgili alt metinler yerleştirmiş, özellikle üçünde doğrudan doğruya bu temaları işlemişti ki “Yedinci Mühür” bunların en beğenileni ve en ünlüsü.

Yönetmenin başka filmlerinde, örneğin diğer bir başyapıtı olan “Wild Strawberries / Yaban Çilekleri”nde de çalışan Gunnar Fischer’in siyah-beyaz görüntüleri, seyirciye tanımlamakta güçlük çektiği bir keder duygusunun yerleşmesine yol açıyor. İnanç ve özellikle Tanrı’nın varlığının belirsizliğiyle ilgili çok az replik var; fakat görüntü çalışması ve birinci sınıf oyunculuklar sayesinde tüm film dev bir soru işaretine dönüşüyor.

Hayatın anlamını sorgulayan başka filmler de çekildi kuşkusuz, fakat sadece “Yedinci Mühür” bu konudaki soruları bir çığlığa dönüştürdü.

Meraklısına: Bergman filmin ilhamının Akira Kurosawa’nın dönem filmlerinden geldiğini, Japon ustanın eserlerinin hayranı olduğunu söylemiş.

Sinema tarihinde altın bir sayfası olan büyük usta Bergman, yönettiği 50’den fazla film içinde en çok “Yedinci Mühür”ü beğendiğini belirtiyor.

Filmin kitabı da ülkemizde yayımlandı.

Ödülü:
Cannes Film Festivali Jüri Özel Ödülü, Altın palmiye adayı (1957)

Seçme diyaloglar:
Antonius Block: “Olabildiğince iyi günah çıkartmak istiyorum, ama kalbim bomboş. O boşluk bir ayna. Yüzümü görüyorum ve tiksinti ve dehşet hissediyorum. İnsanlara kayıtsızlığım beni içime kapadı. Şimdi bir hayaletler dünyasında yaşıyorum... rüyalarımda mahkum.”

Jöns: “Aşk vebaların en karasıdır. Eğer aşktan ölünebilseydi, bir parça olsun zevk veriyor diyebilirdik”…

Antonius Block: “Tanrı'yı hissiyatımızla kavramak o kadar mı zor? Neden boş vaatlerin ve görünmez mucizelerin oluşturduğu bir buluta saklanıyor? İnançtan yoksunken inananlara nasıl inanacağız? (…) İçimdeki Tanrı'yı neden yok edemiyorum? Neden içimde acılar vererek ve beni aşağılayarak yaşamaya devam ediyor? Kalbimden onu söküp atmak istiyorum ama ondan kurtulamıyorum. (… ) Bilgi istiyorum. İnanç değil. Varsayım değil. Bilgi. Tanrı'nın bana elini uzatmasını, yüzünü açmasını ve benimle konuşmasını istiyorum.”

Antonius Block: “Hiç kimse, her şeyin aslında hiçbir şey olduğunu bile bile ölümle yüzleşemez.”

Jöns: “Bunları neden çiziyorsun?”
Kilise ressamı: “İnsanlara ölümü hatırlatmak için.”
Jöns: “Bu onları mutlu edecek bir şey değil ki.”
Kilise ressamı: “Neden sürekli onları mutlu etmek zorundayız ki? Onları arada sırada korkutmak da akıllıca olabilir.”
Jöns: “O zaman resimlerine bakmazlar.”
Kilise ressamı: “Evet, bakarlar. Bir kurukafa çıplak bir kadından daha ilginçtir.”
Jöns: “Eğer onları korkutursan...
Kilise ressamı: “O zaman düşünürler...
Jöns: “Ya sonra?..”
Kilise ressamı: “Sonra daha da korkarlar.”

Antonius Block: “İnanmak acı çekmektir. Bu, orda, karanlıkta bir yerde olan birini sevmeye benzer. Ve o asla çıkagelmez, ne kadar güçlü seslenirsen seslen.”

Antonius Block: “Şeytan’la tanıştın mı? Ben de onunla görüşmek istiyorum.”
Cadı: “Neden istiyorsun ki bunu?”
Antonius Block: “Ona Tanrı’yı soracağım. O biliyordur. Bir bilen varsa, mutlaka odur.”

Yedinci Mühür / Det sjunde inseglet / The Seventh Seal
Senaryo ve yönetim: Ingmar Bergman (Kendi oyunundan); Yapımcı: Allan Ekelund; Görüntü yönetmeni: Gunnar Fischer; Oyuncular: Max von Sydow (Antonius Block), Bibi Andersson (Mia), Bengt Ekerot (Azrail), Nils Poppe (Jof), Gunnar Björnstrand (Jöns), Inga Landgré (Karin); 1957 İsveç yapımı, 96 dakika, siyah-beyaz; DVD firması : A. E. Film / Saga

Sweet Rain

IMDB: 6.9
Manalı Filmler: 6.0

Uzakdoğu’dan Azrail teması üzerine ilginç bir deneme… Ünlü melek bu kez uzun saçlı, yakışıklı bir genç adam... Yanında siyah bir köpek var ve ikisi telepatik iletişim kurabiliyorlar… Sıranın kimde olduğunu öğrendiğinde bulunduğu alemdeki bir kapıdan, dünyada arzu ettiği bir yere geçiyor, “aday”ın hayatını inceleyip onu götürüp götürmeyeceğine karar veriyor.

Senaryonun en ilginç yönü de zaten bu: Azrail’i sadece bir emir kulu olarak değil, hüküm verme yetkisi bulunan, kararı etkileyebilen bir görevli olarak tasarlamışlar. Nitekim filmde işlenen ilk vakada, hayatı boyunca albüm yapmayı düşlediğini öğrendiği Kazue’yi “hayat amacı tamamlanmadığı için” almıyor, filmdeki tüm öyküler tamamlandığında genç kızın yaşlılığını bile gördüğünü öğreniyoruz.

Azrail’in ilgilendiği üç vakadan, yani üç öyküden oluşan “Sweet Rain” iyi niyetli bir deneme, ama yeterince başarılı değil. Finalde tüm öykülerin birbirine bağlanması ilginç, fakat doğrusu senaryoda bundan başka ilginç bir öğe de maalesef yok.

Bu türden temaları işleyen eserlerin çok daha zekice yazılması gerektiği kanaatindeyim. Bergman başyapıtı “Yedinci Mühür”ü biliyorken böyle bir Azrail filmini beğenmek çok zor…

Sweet Rain / Suwîto rein: Shinigami no seido
Yönetmen: Masaya Kakei
Senaryo: Masaya Kakei, Hirotoshi Kobayashi (Kotaro Isaka'nın romanından)
Oyuncular: Takeshi Kaneshiro (Chiba), Manami Konishi (Kazue Fujiki), Sumiko Fuji (Kazue), Mitsuru Fukikoshi (Kentaro Oomachi)
2008 Japonya yapımı, 113 dakika.

Düş İçinde Düş

IMDB: 5.3
Allmovie: 2.5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 23
Manalı Filmler: 8.0

Usta oyuncu Anthony Hopkins üçüncü kez yönetmen koltuğunda…

Felix, bir cinayet filmi senaryosu yazmaktadır. Dış dünya ve iç dünyası arasında bölünmüştür. İki dünyadan birbirine geçişler olduğunu fark eder, senaryosundaki bazı karakterler gerçek hayatında ortaya çıkmaktadır ve bunun tersi de söz konusudur…

Rüyalar, hayal gücü ve gerçek yaşam arasındaki paralellikleri işleyen “Slipstream”, görüp görebileceğiniz en yüksek düzeyde mana içeren filmlerden biri. Dilimize “pervane rüzgarı” biçiminde çevrilebilecek olan ismi, eserin yapısı hakkında epey ipucu veriyor. Şaşırtıcı derecede başarılı senaryosunda Hopkins, senarist Felix’in bilinç akışını aynen yakalayıp yansıtmaya çalışmış. IMDb puanının düşük olmasının nedeni, bu yapısı yüzünden filmin ortalama izleyiciye karışık gelmesi olabilir. Zaten Hopkins’in tam bir başarıya ulaştığını söylemek zor; ama film kesinlikle kayda değer, anlamlı ve iyi niyetli bir deneme…

Sinema tarihinin en usta görüntü yönetmenlerinden biri iş başında, reji gayet olgun ve ölçülü, oyunculuklar ise birinci sınıf…

Locarno Film Festivali Gençlik Jürisi Ödülü

Düş İçinde Düş / Slipstream
Senaryo, müzik ve yönetim: Anthony Hopkins; Yapımcılar: Stella Arroyave, Robert Katz; Görüntü yönetmeni: Dante Spinotti; Oyuncular: Christian Slater (Ray / Matt Dobbs), Jeffrey Tambor (Jeffrey / Dr. Geekman), Michael Clarke Duncan (Mort / Phil Henderson), John Turturro (Harvey Brickman), Anthony Hopkins (Felix Bonhoeffer), Jennifer Anne Franklin (Shelly), Monica Garcia (Monica); 2007 ABD yapımı, 96 dakika; TV’de gösteriliyor.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kaldırım Serçesi

IMDB: 7.6
Allmovie: 4/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 74
Manalı Filmler puanı: 7.1

Kaç kez ölmüş bu kadın?

Kaç kez tekrar doğmuş?

Küllerinden?

Şarkılarla?...

Hayatı iniş çıkışlarla dolu Edith Piaf’ın, kim bilir kaç kez en tepeye çıkmış, en dibe inmiş. Yoğun yaşamış, derin derin solumuş hayatı, neşenin de acının da en ileri topraklarında dolaşmış. Başka yer bilmemiş sanki, hep “en uçta” kalmış…

Çok sevdiği birinin ölümü gibi büyük acılarla hayata küsmüş örneğin, bir şarkıya tutunarak ayağa kalkmış. Genellikle, ilk kez duyduğu, çok sevdiği bir yeni şarkıyı söyleyebilmek için hayata dönmüş.

Bir kez daha, bir sonraki yıkıma değin...

“Kaldırım Serçesi” sesinde olanca keder yüklü o kadını iyi tanıtıyor.

Ne acayip muammadır ki koskoca Fransız sineması bugüne değin dört başı mamur bir filmini yapamamış Piaf’ın, Marcel’le aşkına odaklanan bir Claude Lelouch filmi dışında sadece 2 TV filmi var “Serçe”yi anlatan. Daha da acayibi, Fransız kültürünün doruk noktasındaki bu kadının bu biyografisi de ne Piaf’a, ne de ülkesinin sinemasına yakışır seviyede olabilmiş.

Filmografisinde henüz çarpıcı bir eser bulunmayan Olivier Dahan, hem yönetmenlikte, hem senaryoda yetersiz kalmış. Piaf’ın yaşamından seçtiği sahneleri temel bir hatta oturtamamış, senaryo kurgusunda dengeyi sağlayamamış, filmin gereksiz yere karışık olmasına yol açmış. O kadar ki, Piaf’ın kiminle ne zaman evlendiği bile anlaşılamıyor. Sıradan bir şarkıcı filmine yakışabilecek bazı sahneler var filmde, ama örneğin Piaf’ın 2. Dünya Savaşı’nda Direniş’e yaptığı yardımlar, esir kamplarından Fransız mahkumları kaçırması vs yok… Görüntü yönetmeni Tetsuo Nagata’nın (“Blueberry”) çalışması o kadar başarılı ki, örneğin birkaç yerde birden kullanılan uzun steadikam planlarının temelde mizansen sorunu olduğu, yani Dahan’dan kaynaklandığı anlaşılıyor. Bu tür görsel unsurlar ve genel olarak müzik kullanımı, eserin ruhunu zedelemiş.

Bu olumsuzluklara rağmen film Piaf’ı iyi tanıtmakta başarılı olmasını Cotillard’a borçlu… Dahan’ın mesafeli kaldığı şarkıcıya bu genç oyuncu korkusuz yaklaşabilmiş, onu anlayabilmiş, Edith Piaf olabilmiş. Piaf denince akla gelen o kederi o kadar iyi yansıtıyor ki, neredeyse belli başlı tüm oyunculuk ödüllerini alması şaşırtıcı değil.

Cotillard sayesinde Piaf’a nüfuz etmek mümkün olabiliyor. O kadın ki çocukluğu bir genelevde ve bir sirkte geçmiş, genç kızlığında sokaklarda avuç açıp şarkılar söylemiş, ama sonra dünya çapında üne, başarı ve servete kavuşmuş, fakat bir deniz kıyısında tek başına oturmuş örgü örmekte huzur bulan biri, bir acayip adem kızı… Bir şarkısında dediği gibi: “Ben bir liman kızıyım / sokaklarda bir gölge”…

Ödülleri:
En İyi Kadın Oyuncu ve Makyaj dallarında Oskar; En İyi Kostüm dalında Oskar adaylığı
En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre
En İyi Kadın Oyuncu, Görüntü Yönetmeni, Kostüm, Yapım Tasarım ve Ses dallarında César; En İyi Film, Yönetmen, Senaryo, Kurgu, Yardımcı Erkek Oyuncu (Pascal Greggory) ve Yardımcı Kadın Oyuncu (Sylvie Testud) dallarında César adaylığı
En İyi En İyi Film, Yönetmen, Kadın Oyuncu ve Makyaj dallarında Avrupa Sinema Ödülü adaylığı
Ayrıca 23 ödül ve 22 adaylık

Seçme diyaloglar:
Doktor: “Bu konseri iptal etmeliydiniz Bayan Piaf. Hayatınızla oynuyorsunuz.”
Edith Piaf: “Ne olmuş. Bir şeylerle oynamak lazım.”

Amerikalı gazeteci: "Bir kadına ne öğütlersiniz?"
Edith Piaf: "Sevmesini".
Amerikalı gazeteci: "Bir genç kıza?"
Edith Piaf: "Sevmesini".
Amerikalı gazeteci: "Bir çocuğa?"
Edith Piaf: "Sevmesini".

Edith Piaf (şarkı sözü): “Hayır, hiçbir şeyden.
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Ne bana yapılan iyilikten, ne de kötülükten...
Hepsi bir benim için...

Hayır, hiçbir şeyden.
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Ödendi, süpürüldü.
Unutuldu.
Geçmiş umurumda değil.
Hatıralarımla ateş yaktım.
Kederlerime, zevklerime artık ihtiyacım yok.
Aşklarımı süpürün ve tüm heyecanlarını.
Sonsuza dek süpürün
Sıfırdan başlıyorum ben.

Hayır, hiçbir şeyden.
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Ne bana yapılan iyilikten, ne de kötülükten...
Hepsi bir benim için...

Hayır, hiçbir şeyden.
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Çünkü hayatım
Çünkü sevinçlerim
Bugün seninle başlıyor.”

Kaldırım Serçesi / La Vie en Rose / La môme
Yönetmen: Olivier Dahan; Senaryo: Olivier Dahan, Isabelle Sobelman; Yapımcı: Alain Goldman; Oyuncular: Marion Cotillard (Edith Piaf), Sylvie Testud (Mômone), Pascal Greggory (Louis Barrier), Emmanuelle Seigner (Titine), Jean-Paul Rouve (Louis Gassion), Gérard Depardieu (Louis Leplée), Clotilde Courau (Anetta), Jean-Pierre Martins (Marcel Cerdan); 2007 Fransa, İngiltere, Çek Cumhuriyeti yapımı; 140 dakika; Gösterim tarihi: 3 Ağustos 2007; DVD firması: Kanal D Home Video

Patch Adams

IMDB: 6.2
Allmovie: 2/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 24
Manalı Filmler puanı: 8.2

Henüz öğrenciyken sağlık sigortası olmayan kişilere ücretsiz hizmet veren bir klinik açan Amerikalı efsane doktor Patch Adams’ın gerçek hikayesi… Bu keyifli ve öğretici film, halen kendi kliniğinde görev yapan, insanlardan ücret almayı reddeden Adams’ın öğrencilik yıllarına odaklanıyor. Geleneksel yaklaşımlara karşı çıkan, örneğin hastalarla yakın ilişki kurmak gerektiğine inanan Patch, yaptıkları yüzünden okuldan atılma tehlikesi yaşıyor, döneminin en iyi öğrencisi olması sayesinde okulda kalmayı ve mezun olmayı başarabiliyor.
Tüm sahneleriyle son derece önemli bir film. Özellikle Patch’in hastalarla diyalog geliştirmek adına yaptıkları, örneğin “makarna havuzu” sahnesi çok ilginç ve öğretici. Ailecek izlenebilecek, özellikle gençlere çok yararlı olabilecek bir film; kaçırmayın…

Meraklısına: Adams’ın yaşam öyküsünü anlatan kitap “Patch Adams – Yaşam Boyu Kahkaha” adıyla ülkemizde de yayımlandı.

İleri okuma için: http://www.fikiratolyesi.com/2010/03/09/patch-adams-anarsist-palyaco-doktor/

Ödülleri:
En İyi Müzik dalında Oskar adaylığı (Marc Shaiman)
Komedi/Müzikal Dalında En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu Altın Küre adaylığı

Seçme diyaloglar:
Patch: “Bir hastalığı tedavi ederseniz, ya kazanırsınız, ya kaybedersiniz. Bir insanı tedavi ederseniz, sonuç ne olursa olsun, kazanırsınız”.

Arthur Mendelson: “Kimsenin göremediğini gör… Korkudan, tembellikten ve herkese uymaktan dolayı başkalarının görmek istemediği şeyleri gör. Tüm dünyayı her gün yeni bir biçimde gör”…

Patch: “Dünyadaki ilk eğlenceli hastane olacak. Tamamen ücretsiz… Kaydıraklar, gizli geçitler ve oyun odaları olacak. Ağrıları ve acıları mizahla iyileştireceğiz. Doktorlar ve hastalar yan yana çalışacağız. Kurallar ve patronlar olmayacak. İnsanlar dünyanın dört bir yanından gelerek diğer insanlara yardım etme hayallerine kavuşacaklar. Neşenin yaşam biçimi… öğrenmenin en büyük hedef… sevginin temel amaç olduğu bir topluluk olacak”...

Patch (savunma verirken): “Ölümle ilgili sorun nedir efendim? Ölümüne korktuğumuz nedir? Neden ölüme insanca, ve saygıyla ve incelikle ve -Tanrı korusun- mizahla yaklaşmıyoruz? Ölüm düşmanımız değildir, beyler”...

Patch Adams
Yönetmen: Tom Shadyac; Senaryo: Steve Oedekerk (Patch Adams ve Maureen Mylander’ın "Gesundheit: Good Health Is a Laughing Matter" adlı kitaplarından); Yapımcılar: Mike Farrell, Barry Kemp, Marvin Minoff, Charles Newirth; Oyuncular: Robin Williams (Patch Adams), Daniel London (Truman), Monica Potter (Corinne), Philip Seymour Hoffman (Mitch), Josef Sommer (Dr. Eaton), Peter Coyote (Bill Davis); 1998 ABD yapımı, 115 dakika; Gösterim tarihi: 9 Nisan 1999; DVD firması: Universal

13. Kat

IMDB puanı: 6.7
Allmovie: 2.5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 29
Manalı Filmler puanı: 7.5

Bilgisayar bilimcisi Fuller, 1930’lara benzetilmiş bir simülasyonda çok önemli bir şey keşfeder. Bulduklarını meslektaşı Douglas’a iletmek için bulunduğu paralel evrene bir mektup bırakır. Sistemden çıkıp 90’lara döndükten sonra öldürülür. Zanlı konumuna düşen Douglas’ın temize çıkabilmesi için o mektubu bulup Fuller cinayetini aydınlatması gerekecektir. Ve tabii ki bunun yolu 1930’lardaki paralel evrene girmesidir.

Holivud’un ustası olduğu bilimkurgu / gizem / gerilim filmlerinden biri. Benzerlerinden farklı yönü, filmde işlendiği biçimiyle hayatın, “gerçek” yaşama çok benzemesi. Bu açıdan çok ilginç bir senaryosu, seyircinin zihnini gıdıklayan bir yaklaşımı var. Tek olumsuz yönü Bierko’nun varlığı. Fakat kadro iki muhteşem oyuncuyu, Mueller-Stahl ve D’Onofrio’yu da barındırıyor ki onları izlemek her zamanki gibi büyük bir zevk…

“Sanal gerçeklik” temalı ilk eserlerden biri olan roman, 1964’te “Counterfeit World” adıyla yayımlanmış ve 1973’te ünlü Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder tarafından “World on Wires / Welt am Draht” adıyla TV filmi olarak çekilmişti.

Ödülleri:
Amerikan BK, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce “En İyi Bilim-kurgu Film” dalında Saturn Ödülü’ne aday gösterildi (2000)

13. Kat / The Thirteenth Floor
Yönetmen: Josef Rusnak; Senaryo: Josef Rusnak, Ravel Centeno-Rodriguez (Daniel Galouye'nun "Simulacron 3" isimli kitabından); Yapımcılar: Roland Emmerich, Ute Emmerich, Marco Weber; Oyuncular: Craig Bierko (Douglas Hall), Armin Mueller-Stahl (Hannon Fuller), Gretchen Mol (Jane Fuller), Vincent D'Onofrio (Jason Whitney), Dennis Haysbert (Dedektif Larry McBain); 1999 ABD, Almanya ortak yapımı; 100 dakika; DVD firması: Tiglon / Sony

Julie & Julia

Filmi en çok bu nedenle önemsiyorum: Pek çok Holivud filminin yaptığı gibi mutluluk için aşkı adres göstermiyor Ephron, aksine kahramanlarının, temelinde aşk olan, mutlu evlilikleri olmasına rağmen huzura kavuşamadıklarını vurguluyor, bunun ancak içsel sesin dinlenmesi ve kişinin potansiyelini hayata geçirmesiyle mümkün olabileceğini söylüyor

IMDB: 7.2
Allmovie: 3/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 75
Manalı Filmler: 8.5

Tamer Baran

Bu filmin DVD’si, eşiniz, sevgiliniz için çok uygun ve değerli bir armağan olabilir beyler, benden söylemesi…

Hele de kendisi, yaşantısından bir miktar bunalmış, yaptıklarıyla yetinmeyen, bir çıkış yolu arayan biriyse, bu filmden çok şey öğrenebilir, ilham alabilir, motive olabilir. Çünkü bu filmi yapan kişi de bir çıkış yolu arıyordu, ne anlattığını gayet iyi biliyor…

“Julie & Julia”, doğru bildiği yolda inatla ilerleyen, her şeye rağmen içinden yükselen sesi dinleyen ve sonuçta mutlu ve başarılı olan iki değil, üç kadının hikayesi…

Popülist sinemanın sıradan bir neferi değildir Ephron, öncelikle çok iyi bir senaristtir. Hem “When Harry Met Sally / Harry Sally İle Tanışınca”, hem “Sleepless in Seattle / Sevginin Bağladıkları”, türü yenilemiş işlerdir, ikisinin de öyküleri ilginç, öyküleme teknikleri ustacadır.

Aynı ustalık “Julie & Julia”da da var.

Öncelikle iki hayatı, yaşamları birazcık keşisen iki kadının, mutluluğu yakalamalarının öyküsünü paralel anlatması çok akıllıca. 1940-50’li yıllarda, eşinin işi dolayısıyla Fransa’da yaşamakta olan Julia Child, Fransız mutfağıyla tanışıyor, aşçı olmaya karar veriyor, ve sonunda Amerikalıların damak zevkini değiştiren bir kitap yazıyor. 2000’li yıllarda ABD’de yaşayan Julie ise, 30’una varmasına rağmen bir küçük memur olmaktan fazlasını yapamadığı için kendini eleştiren, yemek pişirmeyi seven ve Julia’ya hayran bir genç kadın. Bir arkadaşına gıcık olduğu için blog açmaya karar veriyor, onu en çok bu ilgilendirdiği için Child’ın tariflerine göre yemek yapıp sonucunu netten paylaşmaya başlıyor, sonunda yazar oluyor.

İkisi de kararlı, inatçı kişilikler... Kendini beğenmiş tipler değiller, yola çıkarken büyük hedefler koymuyor, tersine o hedeflere ulaşabilecekleri söylendiğinde gülüp geçiyor, ünlü bir TV aşçısı veya yazar olabileceklerini akıllarından bile geçirmiyorlar.

Bu başarıları adeta hayat getiriyor onlara.

“Julie & Julia” sıradan bir başarı filmi değil, bu iki kadının üne kavuşmaları önemsiz, daha önemli olan mutluluğu yakalamaları, kendi yollarını çizip inatla ilerlemeleri.

Filmi en çok bu nedenle önemsiyorum: Pek çok Holivud filminin yaptığı gibi mutluluk için aşkı adres göstermiyor Ephron, aksine kahramanlarının, temelinde aşk olan, mutlu evlilikleri olmasına rağmen huzura kavuşamadıklarını vurguluyor, bunun ancak içsel sesin dinlenmesi ve kişinin potansiyelini hayata geçirmesiyle mümkün olabileceğini söylüyor.

Ve cümlelerini “mutfağın içinden” kuruyor, yemek pişirmek gibi çoğu insanın küçümseyebileceği bir eylemi baş tacı ediyor. Beste veya resim yapmak için gereken türden çok özel bir yeteneği yoksa bile kişinin, her gün yüz milyonlarca insanın yaptığı bir işten ötesi elinden gelmiyorsa bile, eğer bu onu mutlu ediyorsa, yemek yaparak da kendi yolunu çizebileceğini anlatıyor.

Ve bu filmi Holivud’da yapıyor, başarı ve gücü delice abartan bir kültürde yetişmiş olmasına rağmen bu cümleleri kurabiliyor.

Ödülleri:
Meryl Streep bu çalışmasıyla 16. kez Oskar’a aday gösterildi
En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre Ödülü; En İyi Film dalında Altın Küre adayı
En İyi Kadın Oyuncu dalında BAFTA adaylığı
En İyi Uyarlama Senaryo dalında Amerikan Yazarlar Birliği WGA Ödülü adaylığı
Ayrıca 8 ödül, 9 adaylık

Julie & Julia
Senaryo ve yönetim: Nora Ephron (Julie Powell ‘ın "Julie & Julia", Julia Child ve Alex Prud'homme’un "My Life in France" isimli kitaplarından)
Yapımcılar: Nora Ephron, Laurence Mark, Amy Robinson, Eric Steel 
Oyuncular: Meryl Streep (Julia Child), Amy Adams (Julie Powell), Stanley Tucci (Paul Child), Chris Messina (Eric Powell), Linda Emond (Simone Beck)
2009 ABD yapımı, 123 dakika
DVD firması: Tiglon / Sony

Üçüncü Mucize

IMDB: 6.5
Allmovie: 3/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 66
Manalı Filmler puanı: 8.0

“Mucizeler inanmayanlar içindir” derler.

Bu cümle, tanınmış oyun yazarı ve şair Richard Vetere’nin, ilk romanını ne kadar sağlam bir temel üzerine inşa ettiğini doğruluyor. “Üçüncü Mucize” inancı işliyor, inanmak eylemini ameliyat masasına yatırıp inceliyor. Büyük çoğunluğu din adamı olmasına rağmen filmin belli başlı tüm karakterlerinin inanmakla meseleleri var.

Açılış sahnesinde küçük bir kız dua ederek uçaklardan dökülen bombaları etkisiz hale getiriyor. 1944 yılında yaşanan bu olayı, yıllar sonra Başpiskopos Werner “kapris” olarak niteliyor: “Hayır, bu akılsızca bir mucizeydi… Akılsızca ve kaprisli… Küçük bir Çingene kızın kendini ve ailesini koruması dileğini yerine getirmek. Milyonlar ölürken… Tanrı'nın bir kaprisi!”

Tanrı neden başkalarının değil de o küçük kızın duasını kabul etmiştir?

Tanrı neden birini korur da diğerinin canını alır?

Bu türden zor sorular, hayatını bu yola vakfetmiş bir din adamını bile isyan ettirebilir, düşündükçe insanın inancını koruması zorlaşabilir.

Ve en acı insanlık hali, kişinin inancını korumak için kendisiyle savaşmasıdır. İçinden gelen ses bir yönü işaret eder, dünyanın hali tam tersini…

Chicago’da, 1979 yılında geçen filmin öyküsü özellikle Katolikler için büyük önem arz eden mucizelerle ilgili: Bir kilisenin bahçesindeki Meryem Ana heykeli kanlı gözyaşları dökmeye başlayınca olayı araştırması için Rahip-yazar Frank Shore görevlendirilir. Frank daha önce benzeri bir olayın gerçek olmadığını tespit etmiş, o süreçte kendisi de inanç krizine girmiştir. Heykelin iyi kalpli bir insan olarak tanınan Helen isimli bir kadının ölümünden sonra “ağlamaya” başladığını öğrenince Helen’i araştırmaya başlar. Mucizelerin gerçek olduğuna kanaat getirirse Vatikan’a Helen’in aziz ilan edilmesini önerecektir. Araştırması sürerken Frank, heykelden dökülen kan sayesinde veremi iyileşen Maria’yı, Helen’in annesini asla affetmeyen inançsız kızı Roxane’i ve kuşkucu yaklaşımı yüzünden “Şeytanın avukatı” lakabı takılmış Başpiskopos Werner’i tanıyacak, hem onları, hem kendini sorgulayacaktır...

Kurmaca bir hikayeyi işleyen senaryoya bolca gerçek olay ve anekdot serpiştirilmiş, gerçekleştiği bilinen mucizeler hatırlatılmış. Tüm bunlar metni daha da sağlam hale getiriyor, üzerinde düşünmek için uygun bir zemin yaratıyor.

Deneyimli yönetmen Agnieszka Holland (“Copying Beethoven / Beethoven’ı Anlamak”, “The Healer / Tedavi”), Coppola’nın yapımcılığından da güç alarak, filmini bir Holivud ürününün duramayacağı bir çizgide konumlandırmış: Olan bitene hep aynı mesafede duran film, ne vaaz veriyor, ne taraf tutuyor. Öykünün gizemle ilgili tarafından ziyade karakterlerin ruh haliyle ilgileniyor. İyi çizilmiş, güçlü kişilikleri usta oyuncuların canlandırması hikayenin “gerçekliğini” artırıyor. 4 kez Oskar’a aday gösterilen usta oyuncu Harris yine çok başarılı, Stahl yine müthiş, Alman sinemasının büyük oyuncusu Sukowa ise filmin mucizelerinden biri…

Dolayısıyla “Üçüncü Mucize”, sermayesi ABD’den gelse de uluslar arası bir ekip tarafından gerçekleştirilmiş, dili ve siyasi/düşünsel duruşuyla Holivud’tan uzakta konumlanan, mana değeri yüksek bir film…

Seçme diyaloglar:
Frank (Roxane'e): “Bunların çoğu sahte, ama bakın... Martin Wade... Akyuvar sayısı binden az çıktı. Çok kötüydü. Annenize dua etti. Karısı annenizin mezarından aldığı toprağı göğsüne sürdü. Bu çok saçma, ilkel ve batıl bir inanç. Ama şimdi akyuvar sayısı üç bine yakın. Doktorlar açıklayamıyor.”

Frank: “Jane Frances de Chantel. 18. yüzyıl, Fransa. Rahibe olmak istedi. On yaşında bir oğlu vardı. Annesi giderken çocuk ağlıyordu. Onu durdurmak için manastırın önüne yattı, kadın üzerine basıp geçti. Tam yüzyıl sonra kilise, onu azize ilan etti.”
Roxane: “Kilise yapmış… Siz ne yapardınız?”
Frank: “Bilmiyorum.”

Frank: "Aziz cennette Tanrı ile birlikte olan kişidir. O kişiye dua edersen ve dualarına yanıt verilirse... onun Tanrı ile arasında özel bir bağ var demektir. O kişi Tanrıyı, dualarına yanıt vermeye ikna etti demektir.”
Roxane: "Ne? Yani cennette o kadın Tanrı'nın omzuna dokunup kulağına mı fısıldıyor? 'Bu insanların dualarına yanıt vermelisin!' (güler) Gerçekten buna inanıyor musunuz?"
Frank: "Zor sorular soruyorsunuz."

Frank (Rahip John'a): ”Tek bildiğim, öldüğümüzde yukarıda hiç bir şey bulamazsak sersem gibi görüneceğimiz.”

Frank (Rahip John'a): “Her şeyden vazgeçerim!.. Sadece boş yere vazgeçmiş olmak istemiyorum. Doğru olmasını istiyorum.”
John: “Mucizenin mi?”
Frank: “Hepsinin… Hepsi doğru olsa iyi olur, John!”

Frank: "Tanrının yine yüzünü göstermesini istiyorum."
Roxane: "Peki ya bir yüzü yoksa?"

Frank: "Daha önce böyle bir şeyle karşılaştınız mı?”
Rahip Burke: "Altı kez... Buna domuz yağı akışı diyoruz. Yaygın bir numaradır. Heykel domuz yağı ile boyanır... yağmur domuz yağına değdiğinde, kan gibi görünür.”

Başpiskopos Werner: “Tam aksine. İlgilendiğim çok dava var. Mesela Belçikalı Peder Kurtswaal dosyası. Büyük bir bilge... Ve bir kahraman. Yahudi katliamına karşı vaazlar verdiği için Naziler tarafından öldürüldü. Ama eminim sizin ev kadını da çok cesur biridir.”

Frank: “Heykel dün gece kan ağladı. Laboratuara gönderdiğimiz örneğe göre kan grubu A, Helen'inkiyle aynı.”

Frank (Rahip John'a): “Bana cevabı bilen biri lazım, Tanrı burada mı değil mi? Bana bu lazım. Sen bu soruyu sormayı uzun zaman önce bıraktın.”

Frank: “Helen'in kocası kanserden öldü. Yedi yıl, eşinin bedeni günden güne erirken, onun başında bekledi. Yorulmadı, hastalığından kaynaklanan pislikleri temizlerken nerdeyse minnet duydu, çünkü onu seviyordu. Başpiskopos bunun bir engel olduğunu söylüyor. Ama kocasına verdiği değer, insana verdiği değeri gösterir.”

Kardinal Sarazin: “Bir aziz Tanrı'yı, sıradan birinin, Tanrı'yı sevme gücünün ötesinde sever. Aziz demek, sevgi demektir.”

Üçüncü Mucize / The Third Miracle
Yönetmen: Agnieszka Holland; Senaryo: John Romano, Richard Vetere (Vetere'nin romanından); Yapımcılar: Fred Fuchs, Steven Haft, Elie Samaha; Uygulayıcı Yapımcı: Francis Ford Coppola; Oyuncular: Ed Harris (Frank Shore), Anne Heche (Roxane), Barbara Sukowa (Helen), Caterina Scorsone (Maria Witkowski), Armin Mueller-Stahl (Başpiskopos Werner); 1999 ABD yapımı, 119 dakika; DVD firması: Kanal D Home Video

Hayat Okulu

IMDB: 6.5
Manalı Filmler: 8.0

“Yılın Öğretmeni” ödülünü kazanmak arzusundaki biyoloji öğretmeni Matt, zor bir rakiple karşı karşıya kalır: Genç, yakışıklı, iyi kalpli tarih öğretmeni Michael, mesleğine tutkuyla bağlıdır ve öğrencileri geliştirmek için her yolu denemekte, yaratıcı yöntemler uygulayarak derslerini çekici kılmaktadır…

Dijitürk’te yayımlanan bu küçük TV filmi, “bir nevi ‘Ölü Ozanlar Derneği’” olarak değerlendirebileceğimiz seviyede. Bir başka manalı film olan “The Nines / 3X3”ün başrol oyuncusu Reynolds yine sevimli ve hayli inandırıcı bir oyunculuk sergiliyor.

Sloganı: En büyük hayat dersleri sınıfın dışında öğretilir.

Seçme diyaloglar:
Michael (derste, Kızılderili şef kılığında): “Kabileler hoş geldiniz. Dinleyin, şeflerim. Kalbim zayıf… hasta. Ten toza dönüşecek olsa da, ruhum güçlü kalacak ve çalınan davulların yankılanması gibi yükseklerde uçacak, rüzgar gibi hayatı soluyarak, yaşayan her şeyin parçası olarak. Şimdi ve her zaman…”

Matt: “Her gün sizi korkutan bir şey yapın” (Eleanor Roosevelt’ten alıntı)

Matt: “Herkes solundaki arkadaşına baksın… Bir mucizeye bakıyorsunuz”.

Hayat Okulu / School of Life
Yönetmen: William Dear
Senaryo: Jonathan Kahn
Yapımcı: Rosanne Milliken
Oyuncular: David Paymer (Matt Warner), Ryan Reynolds (Michael D'Angelo), John Astin (Stormin' Norman Warner), Andrew Robb (Dylan Warner), Kate Vernon (Ellie Warner)
2005 Kanada, ABD ortak yapımı, 111 dakika