Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

27 Aralık 2013 Cuma

Komplo Teorisi

Filmin ilginç yönlerinden biri ise ülkemizle ilgili: Jerry’nin iddiasına göre Amerikan devleti NASA’nın uydularını kullanarak yapay deprem üretebiliyor. Jerry NASA’nın bütçesini azalttığı için dönemin Başkan’ını öldürmeye karar verdiklerini ve suikasti Başkan Türkiye’deyken yapacaklarını söylüyor. Daha sonraki bir sahnede Türkiye’de 7.3 şiddetinde deprem olduğu TV’den duyuluyor

IMDB: 6.6 
Metacritic: % 49
Manalı Filmler: 9.0 
 
Tamer Baran

Meraklısı hatırlayacaktır, 1960 sonlarından itibaren yaklaşık 10 yıl Holivud’da benzeri önceden görülmemiş sayıda ve güçte muhalif eser yapıldı, farklı sosyal ve siyasi meseleler bu filmlerde işlendi. Bunların bir kısmı Amerikan (derin) devletini merceğe alıyor, CIA gibi kurumları eleştiriyordu: O dönemde “Three Days of the Condor / Akbabanın Üç Günü”, “All the President's Men / Başkanın Bütün Adamları” gibi hala önemini koruyan başyapıtlar çıktı.

Derken devir değişti, 80’lerde Yeni Sağ iktidara geldi, Holivud da rüzgara uydu, muhalif eserlerin sayısı çok azaldı. 1990’lar bir anlamda geriye dönüş dönemi oldu; çoğunlukla “politik gerilim” türünde yapılmış, ama özünde ciddi bir eleştiri barındıran “Enemy Of the State / Devlet Düşmanı”, “Wag the Dog / Başkanın Adamları” gibi filmler yapılmakla kalmadı, popüler de oldu.

“Komplo Teorisi” bunların en ilginç olanlarından biri.  

Filmin ana karakteri Jerry Fletcher, “Devlet Düşmanı”nda Gene Hackman’ın canlandırdığı komplo teorisyenine benziyor. Onun aklı karışmış hali. Daha bilinçsiz, taksisine aldığı insanlara fikirlerini anlatmaktan öte gitmiyor. Bir de bülteni var, sadece 5 kişiye ulaşıyor. Her taşın altında komplo arayan birisi Jerry, bulduklarını Adalet Bakanlığı’nda çalışan Alice’e anlatıyor, kadın da onu ciddiye almıyor.

Dile getirdiği teorilerden biri doğru çıkınca karanlık bazı adamlar Jerry’yi ele geçiriyor, konuşturmaya çalışıyorlar. Adamın işkence görmesi Alice’in ona inanmasına neden oluyor. Bundan sonrası, ikisinin kötü niyetli “büyük birader”den kaçma çabası…

Daha sonra yazdığı “Mystic River / Gizemli Nehir” gibi işlerle övgü toplayan Brian Helgeland, dram ile gerilim ve macerayı harmanlamayı iyi bildiğini “Assassins / Suikast Çemberi” senaryosuyla da kanıtlamıştı. Bu kez paranoyak komplo teorisyeni ve karanlık adamlardan oluşan soğuk dünyaya çarpıcı bir aşk hikayesi yerleştirmiş. Yalnızlık, toplum dışı kalmışlık vb temalar da cabası.

Film ilerledikçe Jerry’nin aslında bir trajedi kahramanı, Bir tür Ikarus olduğu daha iyi anlaşılıyor; Mel Gibson bu karakteri hayli inandırıcı bir performansla canlandırıyor. Düzenli, mantıklı, disiplinli bir insan olan Alice ile Jerry güçlü bir ikili oluşturuyorlar, iki oyuncu arasındaki kimya da hayli etkileyici. 

Bu kimyadan da büyük destek alarak Donner, hem Jerry’nin gel gitlerini, hem zor aşk ilişkisinin birbirine zıt özelikteki evrelerini, hem de duygusal sahnelerle macera ve gerilimi ustalıkla dengelemeyi başarmış. Bu dengeden söz etmişken –daha önce “The Rock / Kaya” ile beğeni toplayan- görüntü yönetmeni John Schwartzman’ın kurduğu müthiş görsel dünyadan da söz etmek gerekir.

Filmin ilginç yönlerinden biri ise ülkemizle ilgili: Jerry’nin iddiasına göre Amerikan devleti NASA’nın uydularını kullanarak yapay deprem üretebiliyor. Jerry NASA’nın bütçesini azalttığı için dönemin Başkan’ını öldürmeye karar verdiklerini ve suikasti Başkan Türkiye’deyken yapacaklarını söylüyor. Daha sonraki bir sahnede Türkiye’de 7.3 şiddetinde deprem olduğu TV’den duyuluyor.

Meraklısı hatırlayacaktır: 17 Ağustos’un ABD kökenli, yapay bir deprem olduğu iddiaları epey konuşulmuştu.

Depremden iki yıl önce tamamlanmış bir filmde de aynı iddialarla karşılaşmak hayli ilginç…

Meraklısına:
ABD devletinin kirli işlerini açıklayanların başına neler geldiğini anlatan “Fair Game / Dürüst Oyun”un DVD’si de ülkemizde yayımlandı; bu iki filmi birlikte seyretmek yararlı olabilir.

Jerry Alice’e devletin yetiştirdiği katillerin üç ismi olduğundan söz ediyor ve “Sadece Sirhan Sirhan’ı anlayamıyorum, onun göbek adı yok” diyor. Bahsi geçen kişi Senatör Robert Kennedy’nin katili ve tam adı Sirhan Bishara Sirhan.

Açık Gazete, 9 Aralık 2011

Conspiracy Theory / Komplo Teorisi
Yönetmen: Richard Donner   
Senaryo: Brian Helgeland
Oyuncular: Mel Gibson (Jerry Fletcher), Julia Roberts (Alice Sutton), Patrick Stewart (Dr. Jonas), Cylk Cozart (Ajan Lowry), Steve Kahan (Bay Wilson), Terry Alexander (Flip)
Yapımcılar: Richard Donner, Joel Silver
1997 ABD yapımı, 135 dakika
Gösterim tarihi: 17 Ekim 1997
DVD firması: Tiglon / Warner Home video



19 Temmuz 2013 Cuma

Günahkar Rahibeler



Filmde en çok “günah” ve “cehennem” kelimeleri kullanılıyor, sürekli Hz. İsa’dan bahsediliyor, fakat bu rahibelerde, bırakın peygamberleri, herhangi bir samimi dindarın yüreğindeki insan sevgisinden bile eser yok.
Ama o hümanizm Peter Mullan’da var. İnsanların ruhunu ezmeye çalışan o zalimlere, onlara bu fırsatı veren ataerkil toplum yapısına ve sahte dindarlığa karşı olduğu çok belli. 


IMDB: 7.7  
Metacritic: % 83 
Manalı Filmler: 9.0


Tamer Baran


“Braveheart / Cesur Yürek”ten “Stone Of Destiny”ye 60’tan fazla filmde rol alan Peter Mullan, yönettiği ilk uzun metrajlı film olan “Orphans”la (1998) da epey övgü toplamıştı, ama asıl başarı ikinci filmiyle geldi.

“Günahkar Rahibeler”in bunca beğenilmesi ve ödüllendirilmesi boşuna değil; senaryosundan görüntülerine, hemen her öğesiyle çok başarılı olan film, çoğu izleyicinin kayıtsız kalamayacağı bir hikaye anlatıyor.

1960’larda, İrlanda’da geçen eser, farklı çevrelerden üç genç kızla tanıştırıyor bizi. Günah işleyen veya işlediklerine inanılan, ailelerine utanç getirdiği düşünülen bu kızlar Rahibelerin yönettiği Magdalene Sığınağı’na gönderiliyorlar. Katı kurallarla, adeta hapishane gibi yönetilen Sığınak, aynı zamanda bir çamaşırhane, fakat kızların dışardan biriyle konuşmaları dahi yasak. Kendi aralarında samimiyet kurmalarına da izin verilmiyor. Yemekhaneye veya çalışmaya topluca ve rahibelerin gözetiminde götürülüyorlar. Kuralları çiğneyen veya kaçmaya çalışanlar acımasızca cezalandırılıyor.

Magdalene Sığınağı, 100 yılı aşkın süre faaliyette kalmış bir kurum, son çamaşırhanesi 1996’da kapatılmış. O yoksul yatakhanelerde 30 binden fazla kadın yaşamış. Bunlardan dördüyle yapılan söyleşilerden oluşan “Sex in a Cold Climate” isimli TV belgeselini seyreden Mullan, bu insanlık dışı uygulamaların dünyaya anlatılması gerektiğine karar vermiş ve senaryoyu yazmaya başlamış. Film Venedik Film Festivali’nde gösterilince Vatikan’ın tepkisiyle karşılaşmış, anlatılanların gerçekten yaşanmadığı öne sürülmüş. Ama öte yandan, Magdalene’de kalanlar, kurumdaki hayatın filmde gösterildiğinden daha kötü olduğunu iddia ediyorlarmış.

Nazi toplama kamplarında geçen filmler olmasa, “Günahkar Rahibeler”dekinden daha kötüsünü hayal etmek imkansız olurdu. Çünkü bu Sığınak’ta dayak da var ama asıl hakaretin bini bin para. Zaten sistem “çile” üzerine kurulu; kızların mümkün olduğunca çok sıkıntı çekmeleri gerektiğine inanılıyor, kuruma adını veren Mary Magdalene gibi onlar da günahlarının cezasını çekmeliler ki, kurtuluşa erişebilsinler, diye düşünülüyor. O yüzden yöneticiler, kızları her fırsatta aşağılamayı görev bellemişler, bundan adeta zevk alıyorlar. Örneğin, Pasolini’nin unutulmaz “Salo, or the 120 Days of Sodom / Salo Ya Da Sodom’un 120 Günü” filminden fırlayıp gelmişe benzeyen bir sahnede, hepsini çırılçıplak soyup hangisinin memesinin, kalçasının daha büyük olduğunu saptamaya çalışıyorlar.

“Salo”ya benzetmem abartı değil; bu filmdeki rahibeler de, Pasolini’nin anlattığı o insanlar kadar faşist... Fakat tabii bunların yaşamlarını Tanrı’ya adamış din görevlileri olmaları, olayın vehametini daha da artırıyor.

Filmde en çok “günah” ve “cehennem” kelimeleri kullanılıyor, sürekli Hz. İsa’dan bahsediliyor, fakat bu rahibelerde, bırakın peygamberleri, herhangi bir samimi dindarın yüreğindeki insan sevgisinden bile eser yok.

Ama o hümanizm Peter Mullan’da var. İnsanların ruhunu ezmeye çalışan o zalimlere, onlara bu fırsatı veren ataerkil toplum yapısına ve sahte dindarlığa karşı olduğu çok belli. Bu sayede örneğin bir “Dead Poets Society / Ölü Ozanlar Derneği” veya “One Flew Over The Cuckoo's Nest / Guguk Kuşu” kadar etkili bir “azmin zaferi” filmi yapabilmiş…  
 
Ödülleri:
Venedik Film Festivali Altın Aslan Ödülü
Ayrıca 13 ödül ve 13 adaylık

Açık Gazete, 30 Aralık 2012
     
The Magdalene Sisters / Günahkar Rahibeler
Senaryo ve yönetim: Peter Mullan
Oyuncular: Anne-Marie Duff (Margaret), Nora-Jane Noone (Bernadette), Dorothy Duffy (Rose / Patricia), Geraldine McEwan (Rahibe Bridget), Eileen Walsh (Crispina), Mary Murray (Una)
Yapımcı: Frances Higson
2002 İrlanda, İngiltere yapımı, 119 dakika
DVD firması: Özen Film
 

10 Haziran 2013 Pazartesi

Fatih Pelle



Günün birinde Pelle zor bir şeylerin üstesinden gelir, “fatih” adına layık işler başarabilirse, bunda babasından aldığı bu güvenin büyük payı olacak. Sözün kısası adam küçük ama oğluna çok büyük değerler kazandırmayı başarıyor



IMDB: 7,8
Rotten Tomatoes: % 100
Manalı Filmler: 10

Tüm sinema tarihinin en etkileyici baba karakterlerinden biri…

Ayrıca: Müthiş bir baba-oğul ilişkisi portresi…

Ustaca yazılmış bir klasik roman, yetenekli bir yönetmenin ellerinde epik bir destana dönüşmüş… Ama bu metin kahramanlığı anlatmıyor, bu destanın ana temaları yoksulluk ve sevgi; ana karakterleri ise yaşam savaşı veren fakir amele…

Hikayemiz 19. yüzyıl sonlarında geçiyor. Başka göçmenlerle birlikte yoksul köylü Lassefar ve 9 yaşındaki oğlu Pelle, Danimarka’nın Bornholm adasına göçüyor, bir çiftlikte çalışmaya başlıyorlar. Burada zulme, ırkçılığa ve haksızlığa, aşka ve neşeye tanık oluyor, acı tatlı olayların içinde kalıyorlar. Klasik romanlarda adet olduğu üzere geniş bir çerçevesi olan eser, baba-oğul ilişkisini merkeze alarak, çiftlik sahibinin eşinin dramından kahyayla kavga ederken kafasından sakatlanan Erik’in trajedisine uzanıyor, renkli kişilikler, birbirinden ilginç ilişkiler resmediyor.

Tüm bu sıkıntı ve acıların, çoğunlukla karlar içinde, en azından buz gibi havada yaşanıyor oluşu, filmin içeriğine çok uygun düşmüş, esere puslu gri bir atmosfer kazandırmış. Yönetmen August ve görüntü yönetmeni Jörgen Persson, usta işi renk ve ton çalışmasıyla bu etkiyi güçlendirmiş, insanın ruhunu etkileyen bir film yapmışlar.

Filmin adının kaynağı, küçük Pelle’nin arkadaş olduğu Erik’in hayalleri. Diğerleri gibi üç kuruşa çalışan bir amele olan Erik, yaşama sevgisiyle dolu, böyle bir kaderi kabullenmek istemiyor, Çin’i, Avustralya’yı, ABD’yi görmek, hatta fethetmek arzusunda. Yaşlı Lassefar’ın en büyük düşü ise oğluna ve kendisine bakacak bir kadın bulup pazar sabahları yatakta kahve içmek…

Metnin en etkileyici yanlarından biri bu baba kişiliği. Bergman filmlerinin gediklisi Max Von Sydow’un akla seza bir yetkinlikle canlandırdığı Lassefar, bir küçük ademoğlu. Adaletsizliğe, insanların acımasız davranışlarına karşı çıkması gerektiğini biliyor ama buna asla cesaret edemiyor. Oğlunu hırpalayan çocukları pataklamak, taş kalpli kahyaya meydan okumak gerektiğinde Pelle’ye söz verdikleriyle yapabildiği arasında derin bir uçurum oluyor.

Fakat Pelle suçlamıyor babasını. Onun elinden gelenin en iyisini yaptığını biliyor. Küçük köşesinde huzurlu birkaç gün daha geçirmekten başka bir amacı yok adamcağızın, etliye sütlüye karışmadan yaşarken oğluna hayatın değerli yönlerini öğretmeye de çalışıyor, onu seviyor ve her şeyini beğeniyor, onaylıyor.

Günün birinde Pelle zor bir şeylerin üstesinden gelir, “fatih” adına layık işler başarabilirse, bunda babasından aldığı bu güvenin büyük payı olacak.

Sözün kısası adam küçük ama oğluna çok büyük değerler kazandırmayı başarıyor.

Lassefar’ı bunca etkili kılan da bu…
  

Ödülleri:
En İyi Film dalında Altın Palmiye
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre ve Oskar ödülü; En İyi Erkek Oyuncu dalında Oskar adaylığı (Sydow)
Ayrıca 20 ödül ve 4 adaylık.

Meraklısına:
New York Times gazetesinin hazırladığı “En  İyi 1000 Film” rehberinde yer aldı.

“Den Goda Viljan / The Best Intentions” gibi başka Bille August filmlerinde de çalışan besteci Stefan Nilsson, En İyi Yabancı Film dalında Oskar’a aday gösterilen “As It Is in Heaven / Cennetin Müziği”nin (Kay Pollak, 2004) etkileyici müziklerini de imzasını atmıştı.

Açık Gazete, 22 Haziran 2012

Pelle the Conqueror / Pelle erobreren / Fatih Pelle
Yönetmen: Bille August
Senaryo: Per Olov Enquist, Bjarne Reuter, Bille August (Martin Andersen Nexö’nün aynı adlı romanından)
Yapımcı: Per Holst
Oyuncular: Pelle Hvenegaard (Pelle), Max von Sydow (Lassefar), Erik Paaske (Forvalter), Björn Granath (Erik), Astrid Villaume (Bayan Kongstrup), Axel Strobye (Bay Kongstrup)
1987 Danimarka, İsveç yapımı, 157 dakika
Gösterim tarihi: Mart 1989
DVD Firması: ANS / Palermo


10 Mayıs 2013 Cuma

Tibet'te Yedi Yıl


Bu filmde Annaud, tipik bir Batı insanının, kendi kültürünün “ilkel” diye aşağıladığı Doğu uygarlığının üstün yönlerini keşfetmesini ve bu keşiften yararlanarak dönüşmesini etkili bir biçimde anlatıyor  

IMDB: 6,8
Rotten Tomatoes: % 61
Manalı Filmler: 9,0

Bir “dünya yönetmeni”dir Annaud, içinde doğup yetiştiği ülkenin ve kültürün sınırlarıyla kısıtlamaz kendini, farklı coğrafyalarda, değişik zaman dilimlerinde geçen ve birbirine hiç benzemeyen öyküler anlatmaktan hoşlanır. Bir bakarsınız 14. yüzyılda, Franziskan rahipleri arasındadır, bir cinayet soruşturmasına dalmıştır (“The Name Of the Rose / Gülün Adı”). Derken 1920’lerde, Hindiçin’de geçen bir tutku hikayesine odaklanır (“L’Amant / Sevgili”). Oradan 2. Dünya Savaşı’na ışınlanır, ama yurttaşlarının yaptığı gibi bir Direniş hikayesi anlatmaz, biri Rus, diğeri Alman iki keskin nişancı arasındaki rekabet ona daha ilginç gelmiştir (“Enemy at the Gates / Kapıdaki Düşman”).

Ülkemizde halen gösterimde bulunan “Black Gold / Kara Altın” ise petrolün bulunmasının Arap yaşantısını nasıl değiştirdiğini anlatan bir epik. Fransa’yla herhangi bir ilişkisi olmayan bir öykü, ancak bir dünya yönetmeninin çekebileceği bir film. Özellikle bakış açısıyla… Kendi ülkesinin sınırlarını aşabildiği içindir ki Annaud’nun filmlerinde yargıya rastlanmaz, taraf bile tutmaz o, sadece inceler, üstelik her karaktere eşit mesafede kalmayı başararak, hepsiyle sağlıklı biçimde empati kurarak.

Bu yeteneği o kadar ileri seviyededir ki hayvanlarla da ileri derecede duygusal bağ kurabilir, hatta iki filminin ana karakterleri ayılar ve kaplanlardır (“L’Ours / Ayı” ve “Deux frères / İki Kardeş”). Aynı kabiliyet Annaud’nun, bir Nazi dağcı ile Tibet’in ruhsal lideri Dalay Lama arasında gelişen beklenmedik dostluğu da anlatabilmesini sağlamıştır.

“Tibet’te Yedi Yıl”ın önemli bölümü, Himalayalar’a tırmanmaya çalışan Avusturyalı iki dağcının, “talihin yönlendirmesiyle” kendilerini buldukları Llasa’da geçiyor. Dalay Lama ile tanışan Harrer, genç lidere ders vermeye başlıyor, zamanla yakınlaşıyorlar. Dalay Lama ile dostluğu sayesinde Harrer, hayata ilişkin ileri bir bilinç kazanıyor, olgunlaşıyor. Filmin en etkili bölümleri bu iki aykırı insan arasındaki sohbetler ve Harrer’in Tibetlilerden öğrendiği hayat dersleri… Örneğin sinema salonu inşa edilirken çalışanların kazdıkları topraktan çıkan solucanları incitmeden alıp başka bir yere götürmelerine çok şaşırıyor Harrer, zamanla Budistlerin tüm hayatın tek bir Bütün olduğuna inandıklarını ve bu yüzden hiçbir canlıya zarar vermemeye çalıştıklarını öğreniyor.

Tüm Annaud filmleri ortalamanın çok üzerindedir, izlenmesi gereken eserlerdir, ama “Tibet’te Yedi Yıl” diğerlerinden bir açıdan üstün: Bu filmde Annaud, tipik bir Batı insanının, kendi kültürünün “ilkel” diye aşağıladığı Doğu uygarlığının üstün yönlerini keşfetmesini ve bu keşiften yararlanarak dönüşmesini etkili bir biçimde anlatıyor.  

Meraklısına:
Yine 1997’de Martin Scorsese Dalay Lama’nın yaşamını “Kundun” adıyla sinemaya aktardı. Bu iki filmin artarda izlenmesi, çağımızın en önemli kişiliklerinden biri olan Dalay Lama’yı yakından tanımak için önemli bir imkan veriyor.

Tibet Çin işgali altında olduğu için film gerçek mekanlarda çekilememiş, Himalayalar yerine And Dağları kullanılmış, kutsal kent Llasa ise Arjantin’de kurulmuş. Film gösterime çıktıktan sonra Annaud, bir ekibi Tibet’e yolladığını ve orada gizlice çekim yaptırdığını açıklamış. Çin devletini eleştirdiği için filmi protesto eden Çin yönetimi Pitt ve Thewlis’in de ömür boyu ülkeye girişini yasaklamış. 

Tibet’te Yedi Yıl
Yönetmen: Jean-Jacques Annaud
Senaryo: Becky Johnston (Heinrich Harrer'in kitabından)
Yapımcılar: Jean-Jacques Annaud, John H. Williams, Iain Smith
Oyuncular: Brad Pitt (Heinrich Harrer), David Thewlis (Peter Aufschnaiter), BD Wong (Ngawang Jigme), Mako (Kungo Tsarong), Jamyang Jamtsho Wangchuk (14 yaşındaki Dalai Lama), Sonam Wangchuk (8 yaşındaki Dalai Lama)
1997 ABD, İngiltere ortak yapımı, 136 dakika
Gösterim tarihi: 15 Mayıs 1998
DVD firması: Tiglon / Sony Pictures Home Entertainment