Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

27 Ekim 2010 Çarşamba

Kaçaklar

Çok usta bir yönetmenden cesur bir ABD portresi, toplumsal eleştiri filmlerinin en parlak örneklerinden biri

IMDB: 7,0
Manalı Filmler: 9,0

Arthur Penn’in anısına
(27 Eylül 1922 – 28 Eylül 2010)


Pimi çekilmiş bir el bombası gibi…

İlk planda iki kaçak mahkum görünür, filmin yaklaşık 10. dakikasında onlardan biri olan Bubber’ın doğduğu kasabaya geleceği öğrenilir. Dostu düşmanı, annesi, karısı, herkes genç adamı beklemeye başlar.

Kimi öldürmek için, kimi kurtarmak umuduyla…

Büyük usta Arthur Penn’in filmi, Bubber’dan ziyade kasabadaki gergin bekleyişe, maceradan ziyade insan psikolojisine ve ilişkilere ağırlık veriyor. Kimin ne olduğu öğrenildikçe, ilişkiler işlendikçe, hele finale doğru maskeler düştükçe, daha ilk sahnede varlığı hissedilen el bombasının ne zaman ve kime patlayacağını merak ederek izliyorsunuz filmi. Şerif ve yardımcıları kasaba halkından, özellikle Calder’ın insanlarla çeşitli türde ilişkileri var (seçilmesini de kasabanın zengini Val’a borçlu ve bu yüzden Val’ın adamı olmakla suçlanıyor), yani işi zor. Olaylar bir Güney eyaletinde geçiyor, neredeyse herkesin belinde silah var ve çekmeye çok meyilliler: Karısının kendisini aldattığını öğrenen memur da silaha sarılabilir, Val, Bubber’ın “temizlenmesini” de emredebilir, Bubber karısının Val’ın oğlu Jake’le birlikte olduğunu öğrenince tetiği çekebilir… Üstelik, herhangi bir meseleyi “Bubber krizinin” yarattığı sise gömmek de mümkün ve bunu yapabilecek kişiler de var…

Ustaca yazılmış bir metni, Penn o kadar iyi çekmiş, zaten muhteşem olan oyuncu kadrosundan öyle bir verim almış ki, o el bombası patladığında, seyirci de yaralanıyor.

Çünkü o ana kadar anlayamadıysa bile, final yaklaşırken, filmin “bir ABD portresi” çizdiğini, özellikle “gençlerini öldürdüğünü” ima ettiğini, asıl temasının “linç kültürü” olduğunu ve anlatılanların ABD’ye özgü olmadığını kavramış oluyor.

Meraklısına:
Ünlü “Bonnie and Clyde”ın yönetmeni Arthur Penn, “The Miracle Worker” (1962) ve “Alice's Restaurant” (1969) gibi filmlerle de başarı kazanmış bir isim (üçüyle de Oskar’a aday gösterildi). Geniş filmografisinin diğer pırlantaları arasında unutulmaz “Little Big Man / Küçük Dev Adam” (1970) da bulunuyor.

“Kaçaklar” afişe çıktığında ticari başarısızlığa uğramakla kalmamış, eleştirmenler de beğenmemişler. Bunun en önemli nedeni filmin ABD hakkında söylediklerinin kolay hazmedilebilir şeyler olmaması. Hatta ünlü eleştirmen Pauline Kael “senaryonun kana susamış Teksaslıları şeytani niyetleri olan uzaylı yaratıklar gibi işlediğini” yazmış. Daha ilginç (ve bence yine haksız) bir başka yorum ise eserin “Kennedy’nin öldürülmesi yüzünden Teksaslıları cezalandırdığı” yönünde… Zamanla film olumlu eleştiriler almaya başlamış, giderek klasik kabul edilmiş.

Filmin starı Brando ve yine muhteşem. Kendisi bu filmde “ortada dolanmaktan başka bir şey yapmadığını” söylese de, oyunculuğundan büyülenmemek imkansız. Genelde olduğu gibi yine herkesi gölgesinde bırakıyor. Ama yardımcı oyuncu kadrosu o kadar güçlü ki, Brando’ya rağmen kendilerini göstermeyi başarıp bu filmle ünlendiler: “Kaçaklar”, özellikle Redford, Fonda, Duvall ve Dickinson’ın kariyerlerine ciddi ivme kazandırdı.

Bu kez senaryoyu kendisi yazmamış olsa da Horton Foote, tiyatro ve sinemada büyük başarı kazanmış bir yazar. Harper Lee’nin romanından uyarladığı “To Kill A Muckinbird / Bülbülü Öldürmek” (1962) ve özgün senaryosu “Tender Mercies” (1983) ile iki Oskar, “The Young Man From Atlanta” isimli oyunuyla Pulitzer ödülü kazandı, ayrıca özellikle tiyatro çalışmalarıyla çeşitli Yaşam Boyu Başarı ödüllerine değer görüldü.

İleri okuma için:
Mehmet Açar’ın yazısı
"En Muhteşem Kahraman"

The Chase / Kaçaklar
Yönetmen: Arthur Penn
Senaryo: Lillian Hellman (Horton Foote'nin aynı adlı oyunundan)
Yapımcı: Sam Spiegel
Oyuncular: Marlon Brando (Şerif Calder), Jane Fonda (Anna), Robert Redford (Bubber), E.G. Marshall (Val), Angie Dickinson (Ruby), Janice Rule (Emily), Robert Duvall (Edwin), James Fox (Jake).
1966 ABD yapımı, 135 dakika.
Gösterim tarihi: Aralık 1968
DVD firması: Tiglon / Sony

Vengo

Roman deyince aklınıza ne geliyorsa Gatlif filmlerinde tam da o var: Özgürlük ve macera tutkusu, düzenli hayata ve otoriteye tepki, “maske”sizlik, anı yaşamak ve tabii ki müzik

IMDB: 6,6
Metacritic: % 64
Manalı Filmler: 7,5

Kapı gıcırtısına da ihtiyaçları yok bu adamların; bir işin, muhabbetin, hatta yolun ortasında aniden oynamaya başlayabiliyorlar. Mutluluk da, hüzün de aynı kapıya çıkıyor onlarda: eller birbirine, ayaklar yere vuruluyor; kıvrak figürlere, derin bir acı veya dinmez bir öfke taşıyan yüzler ve icabında bıçaklar eşlik ediyor…

Kendisi de Roman olan müzisyen-yönetmen Tony Gatlif’in filmleri, ünlü Kusturica yapıtı “Times Of The Gypsies / Çingeneler Zamanı”ndan ziyade Aleksandar Petrovic’in eserlerini anımsatıyor (-Geçen Yıl Ankara Film Festivali’nde “Mutlu Çingeneler de Tanıdım” adıyla gösterilen- “I Even Met Happy Gypsies / Ah, Bu Çingeneler”, 1967; “It Rains in My Village”, 1968): Sinemasal açıdan görkemli değiller, yapısal açıdan hayli gevşekler… ama tam da bu yüzden Romanları daha iyi anlatıyorlar.

Roman deyince aklınıza ne geliyorsa Gatlif filmlerinde tam da o var: Özgürlük ve macera tutkusu, düzenli hayata ve otoriteye tepki, “maske”sizlik, anı yaşamak ve tabii ki müzik… Gatlif müziğe aşık; filmlerinde bol bol şarkı kullanıyor, müzik yapan, şarkı söyleyen insanları dakikalarca gösteriyor. Her filminde kendisine ait birkaç beste veya şarkı sözünün olması bir yana, öyküsünü kurarken müziğe de özel yer veriyor. Örneğin ünlü “Gadjo Dilo”nun (1997) hikayesi şöyle: “Genç bir Fransız, babasının çok sevdiği bir şarkıyı söyleyen kimliği belirsiz kadını bulmak amacıyla Romanya’ya gelir”… Tek kelime Romence bilmeyen bir delikanlı, hiç tanımadığı bir ülkedeki bir Roman köyüne kalkıp gelir mi? Hadi geldi diyelim, aradığı şarkıcı orada olmadığı halde haftalarca kalır mı?.. Bu bir Gatlif filmiyse gelir de, kalır da…

Bir Gatlif filminde iki Fransız sevgili, bir anda karar verip Cezayir’e gidebilirler, “Exiles”te olduğu gibi. Ve tabii ki parasızdırlar, gemiye kaçak binerler, çok dara düştüklerinde meyve toplamak gibi işlere girerler vs. Akla düşünce gitmek, gidilir çünkü, nasıl olursa olsun, bedeli ne olursa olsun…

Bazense gidilecek yer kalmaz: “Vengo”nun ana karakteri Caco'nun durumu budur, hayat taşınması çok zor bir yüke dönüşmüştür. Flamenkoya sığınır Caco, zeka özürlü yeğenini eğlendirmektir görünürdeki hedefi, ama anlaşılır ki aslında notalar içinde kaybolup gitmeyi özlemektedir, “rakı şişesinde balık olsam” misali…

Ödülleri:
İstanbul Film Festivali Jüri özel Ödülü (2001)
Ayrıca 1 ödül, 1 adaylık

Meraklısına:
Ünlü ney sanatçımız Kudsi Erguner filmde bir sahnede görünüyor, ayrıca “Bulena” ve “Nací en Alamo" isimli şarkılarda ney üflüyor.

Yonca Lodi’nin uyarladığı “Naci en Alamo” olağanüstü bir eser, filmde kullanılan versiyon ise müthiş, dinlemezseniz çok şey kaçırırsınız. Şu videoklip resmi bir çalışma değil, anlaşılan şarkının bir hayranı filmden planlar üzerine –film için şarkıyı söylediğinde 17 yaşında olan- Remedios Silva Pisa’nın şimdiki görüntüsünü eklemiş. Sonuç feci olmuş ama başka klip de yok.

Şarkı sözü
“Naci en Alamo”

no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

con mis dedos hago el fuego
y con mi corazon te canto
las cuerdas de mi corazon lloran

naci en alamo
naci en alamo
no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

naci en alamo
naci en alamo
ay cuando canta(s)
y con tus dolores
nuestras mujeres te chican

Hiçbir yerden gelmiyorum
Ne toprağım var
Ne de vatanım

Parmaklarımla ateş yakarım
Yüreğimden söylerim şarkımı
Kalbimin telleri ağlıyor

Alamo’da doğdum
Yerim yok
Toprağım yok
Yurdum yok

Alamo’da doğdum
Aşk için doğmuşum
Böyledir bizim kadınlarımız
Şarkısını öyle söyler ki
Büyüler insanı

Vengo
Yapım, Müzik ve Yönetim: Tony Gatlif
Senaryo: David Trueba, Tony Gatlif
Oyuncular: Antonio Canales (Caco), Orestes Villasan Rodríguez (Diego), Antonio Dechent (Primo Alejandro), Bobote (Primo Antonio), Juan Luis Corrientes (Primo Tres), Fernando Guerrero Rebollo (Fernando Caravaca), Maria Faraco (La Catalana).
2000 İspanya, Fransa, Almanya, Japonya ortak yapımı, 90 dakika.

Batman Başlıyor

IMDB: 8,3 (108. sırada)
Allmovie: 4 yıldız
Rotten Tomatoes: % 84
Manalı Filmler: 7,0

Amerikan süper kahramanlarından genelde hazzetmem, Batman kültürüne de hiç sempatim yoktur, hatta manasız bulurum. Anne-babası öldürüldüğü için kötülerle savaşmaya azmetmiş, koca bir holdingi yönetirken boş zamanlarında suçluları kovalayan bir karakter bana inandırıcı da gelmez, çekici de. Sadece insanüstü bir özelliği olmaması dikkate değerdir, parayla yaptırdığı özel cihazları kullanan sıradan bir adam olması onu diğer Amerikan süper kahramanlarına kıyasla biraz daha “katlanılabilir” kılar.

Tabii işin içine sinema girince durum değişiyor, ana karakter veya öykü size çekici gelmese bile usta bir yönetmenin çalışmasından büyülenebiliyorsunuz. Örneğin Tim Burton imzalı “Batman Returns / Batman Dönüyor”u beğenirim. Hatta genelde Batman külliyatındaki diğer karakterlere de soğuk yaklaşmama rağmen, o filmdeki Kedi Kadın ve özellikle Penguen yüreğimi titretmeyi başarır. Sonraki “Batman” filmlerini ise “iş gereği” izlemişimdir, teknik açıdan müthiştirler, çok iyi çekilmişlerdir, ama mana ve duygu bakımından yerlerde sürünürler (ki bu da normal ve hatta kaçınılmazdır, çünkü o filmler kültürlü yetişkinler için değil, çocukları büyülemek için yapılmıştı).

Batman ürünleriyle ilişkim bu nedenlerle yıllarca mesafeli kaldı. Derken mizahçı-senarist arkadaşım Kutsi Akıllı bana bir Batman albümü verdi: Frank Miller (“Sin City / Günah Şehri”, “The Spirit”) imzalı “Year One / Batman: İlk Yıl” idi o albüm ve Kutsi haklıydı, o farklıydı, maceradan ziyade psikolojiye ağırlık veren bir çalışmaydı, karakterin süper kahramana dönüşmesi sürecini anlatırken çocukluğunu ve gençliğini ayrıntılı işliyor, külliyat açısından önemli bir boşluğu dolduruyordu. Çok güçlü bir eserdi, çizgi roman olmasına rağmen tüm Batman filmlerinden daha “gerçek” görünüyordu.

“Batman Başlıyor” Miller’ın o yaklaşımını sinema perdesine taşıyor. Bu film “Batman: İlk Yıl” uyarlaması değil, ama bakış açısı aynı… Burton’ın çektiği Batman filmleri, görkemli, çekici, hoş masallardı. Gerçekle fantezi arasında ikincisine ağırlık veren bir denge kurulmuştu. Ama artık o yaklaşım eskimişti, satmıyordu. Aynen James Bond konusunda olduğu gibi stüdyoya “gerçekçi” bir Batman gerekiyordu ve bu zor işin altından kalkabilecek belki de tek kişi Christopher Nolan’dı.

Doğal olarak Nolan’ın önce gerçekle fantezi arasında kuracağı dengeyi iyi hesaplaması gerekiyordu, ilk cümlesini kurdu: “her şey gerçek olmalı” (Filmin sitesinde Goyer, Nolan öyle istediği için bu şiara uygun çalıştıklarını, Batman’in pelerininden arabasına varıncaya kadar her öğeyi elden geçirdiklerini anlatıyor). Ayrıca Nolan - Ra's Al Ghul’un ölümsüz olması gibi- fantastik öğeleri dışladı, gerçekle fantezi arasında ilkine ağırlık veren bir denge kurdu, sonuçta, olabilecek en gerçekçi Batman filmini yaptı.

İşin başında Nolan olunca, doğal olarak “yeni bir gerçekliğin kurulması” teması da önem kazanıyor. Filmin ilk 40 dakikasında Bruce Wayne’in “dönüşüm” öyküsünü izliyoruz, öfkeli, intikam arzusuyla dolu bir gençten toplumun yararına çalışmaya karar veren birine ve yavaş yavaş Batman’e dönüşüyor. Filmin asıl değerli ve ilginç bölümü de bu 40 dakika… Bu kısımda işlenen temalar çok önemli, ben de çok seviyorum (sadece bu filmde değil, her nerede karşıma çıkarsa), “bir insan olarak kalmayıp bir fikre, bir ideale dönüşmek” anlayışına da bayılıyorum; ama sonrasında kopuyorum: “Tüm bunlardan çıka çıka yarasa peleriniyle çatılarda zıplayan bir adam mı çıktı?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Tabii bu Nolan’ın sorunu ya da kabahati değil, Batman 1939’dan beri var. Nolan zaten yapılagelen Batman filmlerine yeni bir soluk, yeni bir enerji kazandırdığı için kutlanabilir veya eleştirilebilir.

Sadece sinema açısından değerlendirirsek Nolan’ın bu filmde yaptığı iş çok büyük, başarısı müthiş… Ama bir subayın Atatürk’e, bir avukatın Gandi’ye nasıl dönüştüğünü bilenler için, Bruce Wayne’in dönüşümü (ve tabii sonrasında yaptığı “kahramanlık”lar), kim çekerse çeksin, “geyik” kalıyor.

Ödülleri:
En İyi Görüntü Yönetmeni dalında Oskar adaylığı (Wally Pfister)
En İyi Dram filmi dalında Hugo adaylığı
Ayrıca 6 ödül ve 37 adaylık.

Batman Begins / Batman Başlıyor
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan, David S. Goyer (Karakterler: Bob Kane)
Yapımcılar: Larry J. Franco, Charles Roven, Emma Thomas
Oyuncular: Christian Bale (Bruce Wayne / Batman), Michael Caine (Alfred), Liam Neeson (Henri), Katie Holmes (Rachel), Gary Oldman (Jim), Cillian Murphy (Dr. Jonathan Crane), Tom Wilkinson (Carmine Falcone), Rutger Hauer (Earle), Ken Watanabe (Ra's Al Ghul), Morgan Freeman (Lucius Fox)
2005 ABD, İngiltere ortak yapımı, 140 dakika
Gösterim tarihi: 17 Haziran 2005
DVD firması: Tiglon / Warner Home Video

6 Ekim 2010 Çarşamba

Kader Bağlayınca

Irkçılıkla ilgili en manalı filmlerden biri, sarsıcı bir dostluk hikayesi... "Judgment at Nuremberg / Nüremberg Duruşması"nın yönetmeninden

IMDB: 7,7
Allmovie: 4 yıldız
Rotten Tomatoes: % 86
Manalı Filmler: 9,0

Tony Curtis’in anısına
(3 Haziran 1925 – 29 Eylül 2010)


Bir trafik kazası olur, devrilen hapishane arabasından iki mahkum çıkmayı başarır. Beyaz Joker ve zenci Cullen birbirlerine zincirlidirler, bu durum arazide ilerlemelerini zorlaştırır. Köpekli ekipler peşlerindedir, üstelik karşılaştıkları bazı insanlar da onlara kötü davranır, hatta linç edilmekten kıl payı kurtulurlar. Başka sorunları da vardır: Cullen beyazlardan, Joker siyahlardan nefret etmektedir, bu bilindiği için peşlerindeki Şerif bile “birkaç kilometre ilerlemeden birbirlerini öldürmüş olurlar” demektedir.

Ancak Joker ve Cullen, iki kez gırtlak gırtlağa gelseler de, sonunda birbirlerini anlamaya başlayacak, “kader arkadaşı” ve gerçekten dost olacaklardır…

Üstelik birkaç gün içinde…

Hem eleştirmenler nezdinde, hem gişelerde büyük başarı kazanan “Kader Bağlayınca”, Kramer’in yolunu açmış, büyük bütçeli, yıldız oyuncuları olan ama ciddi konulara eğilen filmler yapan bir sinemacı olabilmesini sağlamıştı.

İki ana karakteri arasında ayrım yapmayan film, dönemin seyircisinin “tehlikeli caniler” olarak algılayabileceği bu mahkumları, şiddet düşkünü, ırkçı, cahil insanlardan üstün tutuyor ve bunu açıkça yapıyor. Her ikisinin de önyargılarından kurtulup bilinçlenmelerini önemsiyor ve neden ve nasıl dost olabildiklerini gösteriyor. İnsan sevgisi ve yüksek ahlak filmin temel yapı taşları. Film boyunca devam eden Şerif-Yüzbaşı ilişkisi de buna hizmet ediyor (bir sahnede Şerif, kaçakların üzerine dobermanların salınmasını silah çekerek engelliyor ve “Bizim işimiz onları yakalamak, yok etmek değil” diyor).

Filmin düşünmeyi sevenlere sunduğu ikram ırkçılık konusuyla sınırlı değil; örneğin o dul kadının “kendi hapishanesini içinde taşıdığını”, hapsedilmemiş kişilerin de özgürlükten yoksun olabildiklerini gösteriyor, her mesele gibi özgürlüğün de bilinçle ilgili olduğunu vurguluyor (ki Kramer o kadın karakterini, linç-sever erkeklerle bir tutup toplumda yaygınlaşan “gizli faşizmin” eleştirisi açısından da değerlendiriyor).

Diğer özellikleriyle de çok başarılı bir film olan “Kader Bağlayınca”nın en çok iz bırakan yönleri, senaryosundaki incelikler, Kramer’in olgun yönetimi, muhteşem siyah-beyaz görüntüleri ve oyuncuların olağanüstü başarısı…

Ve tabii bir de Curtis’in cesareti… Bu film yapıldığında Curtis neredeyse 10 yıldır star konumundaydı ve çok popülerdi (Universal’a haftada ortalama 10 bin mektup gelirmiş, bir tutam saçı için yalvaran kadınlardan). Fakat olumlu eleştiriler, önemli ödüller alamıyordu çünkü kariyeri “aklı bir karış havada, kafasız ve amaçsız genç” rollerine sıkışmış durumdaydı (1958’den evvel Burt Lancaster sayesinde yer alabildiği iki ciddi film vardır sadece: “Trapeze” ve “The Sweet Smell of Success”). Bir yol ayrımına gelmişti: Yakışıklılığını öne çıkaran “boş” filmlerle devam edip ününü koruyacak ve çuvalla para kazanmaya devam edecekti veya mimlenme, seyirciyi hoşnut edememe, oyunculuk gücünü kabul ettirememe gibi riskleri göze alıp sosyal-siyasi meseleleri işleyen filmlere kabul edilmek için uğraşacaktı. Joker rolünü ona veren Kramer’in bile ciddi kaygıları vardı.

Ama sonuçta Curtis kendini herkese kanıtlamayı ve kabul ettirmeyi başardı, hatta iki yıl sonra Kubrick’le “Spartacus”te çalıştı.

Seçme replikler:
Joker: Kocana ne oldu?
Kadın: Sekiz ay önce kaçıp gitti. Burada sıkışıp kaldım.
Joker: Çok yalnız hissediyorsundur.
Kadın: Hapishane de öyle, değil mi?
Joker: Evet, aynen öyle.
Kadın: Gerçekten kötü oluyordur bazen?
Joker: Hıhı.
Kadın: Hayır.. Demek istediğim… Bazen o kadar kötü olur ki içini bomboş hissedersin. Anlıyor musun? Kocaman bir boşluk olur. Gözyaşlarınla doldurmak istersin.
Joker: Sana bir şey diyeceğim: Gözyaşlarıyla doldurursan işin biter.
Kadın: Başka ne yapabilirsin ki?
Joker: Ben o boşluğu hayallerle doldururum.
Kadın: Ama bir şeyi hayal edebilmen için onunla ilgili bilgin olması gerekir.
Joker: Hayır, gerekmez.
Kadın: Buradan 40 kilometre ilerde doğdum ben. Başka bir şey bilmiyorum, hiçbir şey…
Joker: Bilmen gerekmez. İstemen yeter. Eğer istersen kafanda milyonlarca resim yaratabilirsin.
Kadın: Resim mi?
Joker: Hıhı.
Kadın: Nasıl resim?
Joker: Her çeşit… Değişik yerler, değişik kişiler… Sahip olmak istediğin ama elde edemediğin her şey…

Meraklısına:
Filmin fragmanı

Filmin hikayesini yazan Nedric Young o dönemde kara listede olduğundan Oskar ödülü takma ismi Nathan E. Douglas adına verilmiş. Young’ın adını filme koyamamasına sinirlenen Kramer, iki senariste hapishane arabasının şoförleri rolünü vermiş, hatta jenerik akarken isimlerini ikisinin yüzünün göründüğü planın üzerine denk getirmiş (Resmi belgeler, 1993 yılında Young’ın dul karısının başvurusu üzerine düzeltilmiş).

Cullen rolü için ilk düşünülen isim Sammy Davis Jr imiş. O dönemde Elvis Presley de Joker rolünü oynamak için girişimlerde bulunmuş ama menajerinin ısrarlı itirazı yüzünden vazgeçmiş.

Kramer ilk günden itibaren Joker rolü için Marlon Brando’yu düşünmüş. Efsane oyuncu filmde rol almayı istemesine rağmen “Mutiny on the Bounty / Denizde İsyan” (1962) filminin çekimleri inanılmaz uzadığından o seti bırakıp gelememiş. Kramer son ana kadar Brando’yu beklemiş, çekimlere birkaç gün kala başka bir oyuncu aramaya başlamış ve Curtis’le anlaşmış.

Asılsız bir söylenti yüzünden Robert Mitchum’un zenci bir oyuncuya zincirlenmeyi istemediği için Joker rolünü reddettiğine yıllarca inanılmış. Oysa oyuncunun itirazının nedeni farklıymış: kendisi de eski bir mahkum olan Mitchum, bir Güney hapishanesinde biri zenci, diğeri beyaz iki mahkumun birbirlerine bağlandığına hiç tanık olmadığını, o dönemde kimsenin böyle bir şey yapmayacağını, bu trüğün filmin inandırıcılığını zedelediğini söyleyerek teklifi reddetmiş.

Çekimler sırasında eski bir mahkum danışman olarak çalışmış. Ancak adı jenerikte belirtilmemiş çünkü adam hala aranıyormuş.

Ödülleri:
En İyi Orijinal Senaryo ve En İyi Görüntü (siyah beyaz) dallarında Oskar ödülü; Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu (Curtis), Erkek Oyuncu (Poitier), Yardımcı Erkek Oyuncu (Bikel), Yardımcı Kadın Oyuncu (Williams) ve Kurgu dallarında Oskar adaylığı
En İyi Film (dram) dalında Altın Küre ödülü; Yönetmen, Erkek Oyuncu (Curtis), Erkek Oyuncu (Poitier) ve Yardımcı Kadın Oyuncu (Williams) dallarında Altın Küre adaylığı
Dram kategorisinde Amerikan Yazarlar Birliği WGA ödülü
Ayrıca 11 ödül, 8 adaylık

The Defiant Ones / Kader Bağlayınca
Yapımcı ve yönetmen: Stanley Kramer
Senaryo: Nedrick Young (öykü), Harold Jacob Smith (senaryo)
Oyuncular: Tony Curtis (John 'Joker' Jackson), Sidney Poitier (Cullen), Cara Williams (çiftlikteki kadın), Theodore Bikel (Şerif Max), Charles McGraw (Yüzbaşı Frank), Lon Chaney Jr. (Koca Sam)
1958 ABD yapımı, 97 dakika
Gösterim tarihi: Aralık 1965

5 Ekim 2010 Salı

Insomnia

Orijinal filmden farklı olarak bu “Insomnia”da çevresindeki gerçeklik ana karakterin üzerine adeta yıkılmaktadır, zamanla eskimiş ve zayıflamış bir binanın depreme dayanamaması gibi… Jonas’tan farklı olarak Will, bir trajedi kahramanıdır

IMDB: 7,2
Allmovie: 4 yıldız
Metacritic: % 78
Rotten Tomatoes: % 92
Manalı Filmler: 8,0

Kendi imkanlarıyla (ve üç kuruşa) çektiği “The Following / Takip” sayesinde “Memento / Akıl Defteri” için bütçe bulan Christopher Nolan’ın, o filmin başarısından sonra ne yapacağı merak konusuydu… Sinema camiası “Akıl Defteri”nden büyülenmişti, Holivud’da kapılar Nolan’a açıktı, ama hangi kapıdan girecekti? Ondan önce Bryan Singer, Robert Rodriguez, Mikael Hafström gibi yönetmenler, farklı ülkelerden, bağımsız filmlerden gelip A sınıfı Holivud ürünlerinde yönetmenlik koltuğuna oturmuşlardı. Stüdyolarla çalışmayı reddedip bağımsız filmler çekmeye devam edenler de vardı. Temel iki seçenek de bunlardı.
Bir yol daha vardı; daha zor, tam olarak nereye çıkacağı belirsiz, bu yüzden de daha tehlikeli, haliyle diğerlerinden daha az tercih edilen bir yol: Stüdyolarla (üstelik yüksek bütçeyle) çalışmak, ama ruhen bağımsız kalmak, kişisel eğilimlerine, zevklerine, ilgilendiği temalara ihanet etmemek…

Nolan’ın işi zordu, o aşamada yapacağı seçim, büyük olasılıkla geleceğini belirleyecekti.

Fakat Allah Nolan’a “yürü ya kulum” demişti bir kere; karşısına üçüncü yoldan, rahat bir şekilde ilerleyebileceği bir proje çıktı: “Insomnia”… Bu bir uyarlama idi. Norveçli Erik Skjoldbjærg 1997’de modern bir kara film çekmiş, başta senaryosu olmak üzere hemen tüm öğeleriyle film çok beğenilmiş, hatta yönetmen Holivud’a gidip “Prozac Nation / Prozac Toplumu”nu yapmıştı.

Bir cinayeti çözmek üzere Norveç’e giden İsveçli bir dedektif olan Jonas’a (“Amistad”, “Mama Mia”, “Angels & Demons / Melekler Ve Şeytanlar” gibi filmlerden tanıdığımız Stellan Skarsgard) odaklanan “Insomnia” tipik Nolan temalarını zaten içeriyordu: Çalıştığı bölgede –yılın o mevsiminde- güneş hiç batmadığı için uyuyamayan Jonas’ın gerçeklikle bağı zayıflıyor, ortağını yanlışlıkla öldürmesinden kaynaklanan vicdan azabı hayatını mahvediyordu. Ayrıca dedektifin bu ikinci cinayeti de aranan katilin üzerine yıkmaya çalışması, yani “gerçekliği değiştirme” –ve tabii ki, bunun beraberinde gelen bedel ödeme- teması da vardı.

Senaryonun haklarını çoktan satın almış ve yeni metni yazdırmış olan yapımcılar yönetmen arayışındaydılar, Nolan “Insomnia”yı çok beğeniyordu, sonuçta buluşuldu. Nolan senaryoya gücü yettiğince müdahale etti (hatta rivayetlere bakılırsa son yazımı bizzat yaptı), kendi temalarını derinleştirdi. Örneğin hikayeye bir kedi-fare oyunu ekledi, böylece gerçekliği değiştirip yeni bir gerçeklik yaratma izleğini iki taraflı işledi: Orijinal filmden farklı olarak bu “Insomnia”da katille dedektifin bir tür kader birliği içine girmeleri söz konudur, her iki cinayeti de öldürülen kızın erkek arkadaşı üzerine yıkmaya karar verirler, ama bu sırada dedektif Will (Pacino) katili (Williams) bir punduna getirip içeri tıkmaya, katilse dedektifin iş ortağını öldürdüğüne bizzat tanık olan tek kişi olmasının avantajını kullanıp yakayı sıyırmaya çalışır. Yani anlaşmazlık konusu, yeni gerçekliğin nasıl yaratılacağıdır.

Bir başka gerçeklik yaratmaya cüret etmek ise, belki de en aşırı insan davranışıdır…

Kim çekerse çeksin, Holivud’un yaptığı bir uyarlamada orijinal filmdekinden daha derli toplu bir anlatımın olacağı, rahatsız edici senaryo zaaflarının giderileceği, ana akım sinemanın kurallarına daha fazla riayet edileceği, filmin orijinali kadar tedirgin edici olmayacağı ve bazı bölümlerinin törpüleneceği kesindi. Örneğin dedektifin ölen kızın en yakın arkadaşı ile arabadayken kızın bacağını okşaması, otel görevlisine adeta tecavüze kalkışması vs Holivud uyarlamasında yoktur. Hem ana karakter daha “temiz” biridir, hem de film daha steril: Örneğin Jonas bir köpeği öldürür, Will ise bir köpeğin cesedine ateş eder… Uçlarda dolaşan hikayelerini ana akım sinemanın standartlarına uygun anlatmayı yeğleyen Nolan için bu arındırma harekatı sorun değildi; bunları yaptı. Öte yandan filme başka bir yönetmenin büyük ihtimalle katamayacağı şeyler kattı, örneğin Pacino ve Williams’ın oyunculuklarında tuhaf bir denge olmasını sağladı, bununla karakterleri yazılan hallerinden daha derin ve ilginç hale getirdi, sonuçta filmin varoluşçuluğun sularına açılmasını sağladı.

Ayrıca örneğin, orijinal filmden farklı olarak bu “Insomnia”da çevresindeki gerçeklik ana karakterin üzerine adeta yıkılmaktadır, sağlam inşa edilmiş ama zamanla eskimiş ve zayıflamış bir binanın depreme dayanamaması gibi… Her iki filmde de ortağını katilin değil, dedektifin öldürdüğü sonunda anlaşılır ama Jonas’tan farklı olarak Will, bir trajedi kahramanıdır, geçmişte de gerçekliği bozmuş, bunun “ilk zelzeleyi yaratacağını” hesaba katamamış, sonunda mecburen yalan yalanı kovalamış, bina giderek harabeye dönüşmüştür, dışarıdan saraya benzese bile…

Bu “Insomnia”da suçluluk duygusu çok daha hacimli işlenmiştir. Will’in vicdan azabının derinleştirilmesinin yanı sıra, Walter’ınki de daha geniş biçimde işlenmiş, ikisinin bu güçlü duyguya farklı tepkiler vermesi sağlanmış, bu tepkilerin kıyaslanmasından bir ahlaki tartışma yaratılmıştır. Bu nedenle olsa gerek bir söyleşisinde Nolan filmin “suçluluk duygusuna verilen tepkiyle ilgili” olduğunu söylüyor.

Uzatmayayım: Başka bir yönetmenin elinde “Insomnia” şık bir macera-polisiye olarak kalabilirdi, Nolan çekince, insanoğlunun en temel meselelerini, polisiye bir öykü aracılığıyla anlatan bir filme dönüştü.

Ödülleri:
Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce En İyi Senaryo ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Williams) dallarında Saturn Ödülü’ne aday gösterildi.
Ayrıca 1 ödül ve 6 adaylık.

Meraklısına:
Filmin başarısında Warner Bros.’un eşine az rastlanır bir yapımcı kadrosu kurmasının da payı büyük. Başta Clooney ve Soderbergh olmak üzere birkaç ayrı ekip bir araya getirilmiş. Hepsinin biyografileri için filmin resmi sitesine bakınız.

İleri okuma için:
“Rüyalar gerçek olsa”

Insomnia
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Hillary Seitz (Nikolaj Frobenius ve Erik Skjoldbjærg'in 1997 tarihli senaryolarından)
Yapımcılar: Broderick Johnson, Paul Junger Witt, Andrew A. Kosove, Edward L. McDonnell (Yürütücü yapımcılar: George Clooney, Kim Roth, Steven Soderbergh, Tony Thomas, Charles J.D. Schlissel; Ortak yapımcı: Emma Thomas)
Oyuncular: Al Pacino (Will Dormer), Robin Williams (Walter Finch), Hilary Swank (Ellie Burr), Martin Donovan (Hap), Paul Dooley (Şef Nyback), Nicky Katt (Fred), Larry Holden (Farrell)
2002 ABD, Kanada ortak yapımı, 118 dakika
Gösterim Tarihi: 25 Ekim 2002
DVD firması: Palermo

Tanrının Kitabı

Berbat bir senaryo, feci bir Hıristiyanlık propagandası...

IMDB: 6,9
Allmovie: 3 yıldız
Metacritic: % 53
Rotten Tomatoes: % 48
Manalı Filmler puanı: 4,5

Teknik açıdan bu kadar üst düzey bir filmin, “mana” bakımından bu kadar yerlerde sürünmesi çok tuhaf. Daha iyisinin imkanı varken üst seviyelere çıkamayan filmlerde hissedilen “yazık olmuş” duygusu bu örnekte birkaç misline çıkıyor.

Bir filmin herhangi bir öğretiye sırtını yaslamasına karşı değilim, yeter ki “Book of Eli” gibi seyirciyi aptal yerine koyup saçma sapan propaganda yapmasın. İlle de yapacaksa da bari iyi çalışılmış olsun, senaryosunda ciddi boşluklar barındırmasın… Her dinde olduğu gibi, Hıristiyanlık’ta da öğretici, hayli değerli temalar var, “Tanrının Kitabı”nın sorunu bunlarla aslında samimi bir şekilde ilgilenmiyor oluşu. Ne de kıyamet olgusunu ciddiye alıyor.

Hikayesi o kadar basit ki, kendi üzerine çöküyor: Tanrı Eli’yi sağlam kalmış tek İncil’i uygarlığı yeniden kurmaya çalışan bir topluluğa götürmekle görevlendirmiştir… Devamını yazmama gerek yok, bu cümle zaten eserin vahamet derecesini anlatmaya yetiyor: Filmin temellendiği çerçeveye göre insanlığın ve uygarlığın önemli bir bölümünün yok olmasını engellemeye Tanrı’nın gücü yetmemiş (veya bunu kendisi istememiş), ama uygarlığı yeniden başlatmak arzusunda. Bunun için İncil mutlaka gerekiyor (ille İncil lazım, Kuran’ı yollayan Tanrı değilmiş gibi…), binlerce kopyanın yok edilmesine seyirci kalan Tanrı, yeni bir peygamber/kitap göndermeyi de arzu etmiyor, velhasıl bulduğu tek çözüm, zavallı Eli’yi 30 yıl yürütmek.
Uzatmayayım, saçma sapan bir öyküsü var filmin. Sadece öykü de değil, senaryonun tamamı, tüm yönleriyle sekizinci sınıf… “I Am Legend / Ben Efsaneyim”in yanına yaklaşamıyor, ama örneğin “Legion / Kıyamet Melekleri”nin kuzeni…

Düşük bütçeli bir TV filmi olabilecek bir senaryoyu, “From Hell / Cehennemden Gelen”le saygın bir yer edinen Hughes Kardeşler’in yönetmesi, başlıca rolleri ünlü ve yetenekli isimlerin üstlenmesi, herhalde ancak emektar yapımcı Joel Silver’ın projedeki varlığıyla açıklanabilir...

Öte yandan teknik yönleriyle film (sadece görüntü değil, örneğin ses, ses efekti kullanımı vs de dahil), tam bir ustalık gösterisi, Holivud’un rakip sektörlere ne kadar büyük bir fark attığının önemli örneklerinden biri…

Meraklısına:
Filmin teknik başarısının mimarı olan Don Burgess, “The Contact / Mesaj”, “Cast Away / Yeni Hayat” ve hatta “The Polar Express / Kutup Ekspresi” gibi başarılı Robert Zemeckis filmlerinin görüntü yönetmeni.

Book Of Eli / Tanrının Kitabı
Yönetmenler: Albert Hughes, Allen Hughes
Senaryo: Gary Whitta
Yapımcılar: Broderick Johnson, Andrew A. Kosove, Joel Silver, David Valdes, Denzel Washington
Oyuncular: Denzel Washington (Eli), Gary Oldman (Carnegie), Mila Kunis (Solara), Ray Stevenson (Redridge), Jennifer Beals (Claudia), Tom Waits (Mühendis)
2010 ABD yapımı, 118 dakika
Gösterim tarihi: 5 Şubat 2010
DVD firması: Tiglon / Fida Film

Nostradamus: 2012

Ünlü kahinin 2012 yılına ilişkin kehanetlerini Maya, Hopi kızılderilileri ve Mısır gibi kadim uygarlıkların bilgileriyle harmanlayarak aktaran bir belgesel

IMDB: 5,1
Rotten Tomatoes: % 52
Manalı Filmler puanı: 6,0

Hemen belirteyim, History Channel’ın bu belgeseli başarılı değil, konunun önemi düşünülürse filmi gerçekleştirenlerin tavrı da hoş değil. Yine de izlenmesinde yarar olan bir iş. Çünkü “Nostradamus 2012” ünlü kahinin olası bir kıyametle ilgili yazdıklarını, 1994’te bulunan bir kitabındaki 7 çizimden de yararlanarak, Mısır, Maya, Hopi kızılderilileri gibi kadim uygarlıkların kültürel kalıtlarıyla birlikte sunuyor ve konuyla ilgili hayli geniş bir özet yapıyor. Aralarında hiç bilim adamı olmasa da, düşüncelerini ifade eden araştırmacı-yazarların sayısı ve ürettikleri eserler bile meselenin önemini seyirciye anlatmaya yetebilir. Dolayısıyla bu film, kıyamet konusuna ilgi duyanlar için uygun bir başlama noktası olabilir.

21 Aralık 2012 gününden başlayarak gerçekleşecek doğal felaketlerin insanlığın önemli bir bölümünü yok etme potansiyeli bulunduğunu izleyicisine aktarmayı başaran belgesel, bununla ilgili karşı görüşlere (örneğin o tarihte olumsuz bir gelişme yaşanmayacağına, sadece dünyanın nötron kuşağına gireceğine inananlara) yer vermiyor. Örneğin bilim çevrelerinin manyetik takla (dünyanın manyetik kutuplarının yer değiştirmesi) sonucu uyduların zarar görebileceğini, elektronik aygıtların çalışmayabileceğini kabul ettiklerini, ancak bu konuda bugünden 2012’ye kadar ciddi bir fark yaşanmayacağını düşündüklerini söylemiyor. Daha önemlisi bilim çevreleri manyetik taklanın birkaç yüz bin yılda bir gerçekleştiğini, ancak tarihte insanlığın önemli bölümünün yok olduğunu gösteren bir kanıt bulunmadığını belirtiyorlar, belgeselde ise daha önce 5 ya da 6 kez doğal felaketler yüzünden nüfusun öneli bölümünün yok olduğu söyleniyor.

Film, Nostradamus uzmanlarının doğru çıktığına inandığı kehanetleri (2004’teki büyük tsunami, global ekonomik kriz vs) sıralayıp, 2012’deki kıyamete ilişkin kehanetin de doğru çıkacağını ima ediyor. Fakat finalde yine Nostradamus’un yazdıklarından hareketle kıyametin insanlığın mutlak kaderi olmayabileceğini, bunun topluca ne yönde hareket edeceğimizle ilgili olduğunu belirtiyor…

İleri okuma için:
Nostradamus hakkında geniş bilgi (İngilizce sayfada pek çok başka siteye linkler veriliyor)
Benzer kehanetleri olan Bulgar kadın medyum Baba Vanga hakkında geniş bilgi (İngilizce, bol linkli)
2012 Fenomeniyle ilgili geniş bilgi (İngilizce, çok geniş bir kaynak listesi var)

Nostradamus: 2012
Yönetmen: Andy Pickard
Senaryo: Sarah Hollister, Larry Weitzman
Yapımcılar: Sarah Hollister, Fiona Spillard, Larry Weitzman
2009 ABD yapımı, 120 dakika