Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

30 Eylül 2011 Cuma

Sessizlik

IMDb: 7.9
Rotten Tomatoes: % 92
Manalı Filmler: 9.0

Bergman sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri. En İyi Yabancı Film Oskarını tam 3 kez kazandı, ayrıca 9 Oskar adaylığı var. 5 kez Altın Palmiye için yarıştı, 1997’de “Palmiyelerin Palmiyesi” ödülüne değer görüldü. “Ölmeden Önce Görmeniz Gereken 1001 Film” seçmesinde 10 filmiyle yer aldı.

Steven Spielberg şöyle demişti: “Ona her zaman imrendim. Keşke onun kadar büyük bir sinemacı olabilseydim, ama bu imkansız. Ondaki sinema aşkı bana vicdan azabı yaşatır”.

O aşk Bergman’da öylesine yoğundur ki, filmlerini adeta elle tutulabilir bir sinema duygusuyla donatır, açıklanamaz bir çekicilik verir onlara. Sinemanın çok az sayıdaki gerçek büyücülerindendir o.

Büyük ustanın bu özelliklerini en çok yansıtan filmlerinden biridir “Sessizlik”. Önemli bölümü bir otelde, 3-4 kişi arasında geçen bir filmin, yapıldıktan 50 yıl sonra da sinema tarihinin en başarılı eserleri arasında kabul edilmesi, sadece Bergman adıyla açıklanabilir.

Güçlü bir filmdir “Sessizlik”. Genelinde iletişimsizlik, Anna’nın ablasına bakışlarında nefret ve kayıtsızlık ve örneğin Esther’in hastalığının nüksettiği sahnede ölüm korkusu çok yoğundur.

Zaten Bergman filmleri, aynı zamanda felsefi yönleriyle ünlüdür. Eserlerinin çoğunda varoluşa dair sorunları, iletişimsizlik, yalnızlık gibi meseleleri ve tabii ki inanç ve ölümü irdelemiştir.

Film ilk planda görülen ana temasını (iletişimsizlik) çeşitli biçimlerde irdeler: İki kız kardeş (Anna ve Esther) yabancı bir kentte iki gün kalırlar. Birbirlerinin dilini bilmedikleri için Anna ve sevgilisi olan garson cinsellik, Anna’nın oğlu Johan ile cüceler oyun, Esther ile otel görevlisi ise işaret diliyle anlaşırlar (Tüm bu insanlar içinde en az anlaşabilenler, aynı dili konuşanlardır). Müzik, fotoğraf, sinema ve gösteri sanatları da bir iletişim aracı olarak kullanılır.

Anna ile Esther’in çocukluklarından kalma ciddi meseleleri vardır, artık iletişim zeminini bile yitirmişlerdir. Yaşama arzuları da yok olmuştur. Daha dışa dönük olmasına rağmen Anna, çevresindeki dünyada sadece cinsellik arar. Aydın bir kişilik olmasına rağmen Esther de bulundukları kenti merak etmez, gezip tanımaya çalışmaz. Dış dünyayla, kendi iç dünyalarıyla ve diğer insanlarla iletişim kuramayan, buna çabalamayı bile bırakmış bu iki kadın aslında –yönetmenin ülkesi- İsveç’in simgesidirler; filmin daha az fark edilen temalarından biri modern yaşam eleştirisidir. Kente giren tanklar, o uygarlığın sonuna ilişkin bir öngörüdür.

Johan’ın otelde tanıştığı cücelerin yedi tane oluşu, ise ünlü masalı düşündürür: Ne Esther’de, ne de Anna’da o saflık kalmıştır, zihinleri kadar ruhları da kirlidir.

Filmin adıyla kastedilense, iki kız kardeş arasındaki iletişimsizlik değildir sadece, Tanrı’nın sessizliğidir. “The Seventh Seal / Yedinci Mühür” gibi filmlerinde de aynı temayı işleyen Bergman’ın ünlü “inanç üçlemesi”nin son halkasıdır bu film; Tanrı’nın var olup olmadığı tartışılmaz artık, sessiz, acılı bir kabulleniş noktasına varılmıştır.

İki kardeş, aynı kişiliğin iki yönüdür aslında. Anna, hasta ablasını otel odasında bırakıp gider, içe dönük ve entelektüel kimliğin ölüme terk edilişidir bu. Anne ile oğulun neyi geride bıraktıklarını, Esther’in yeğenine verdiği mektuptaki kelime anlatır: “Ruh”.

Aklın susuşu. Umutsuzluk.

Sessizlik.

Meraklısına:
Üçlemenin diğer filmleri, “Aynanın İçinden" ve “Kış Işığı”nın da videoları piyasada bulunuyor.

Filmin senaryosu da ülkemizde yayımlandı.

Ödülleri:
3 ödül ve 1 adaylık.

Açık Gazete, 26 Ağustos 2011

Tystnaden / The Silence / Sessizlik
Senaryo ve yönetim: Ingmar Bergman
Yapımcı: Allan Ekelund
Oyuncular: Ingrid Thulin (Ester), Gunnel Lindblom (Anna), Birger Malmsten (garson), Håkan Jahnberg (otel görevlisi), Jörgen Lindström (Johan)
1963 İsveç yapımı, 96 dakika, siyah beyaz
DVD firması: Tiglon / Bir Film

25 Eylül 2011 Pazar

Piyanist

IMDb: 8.5 (51. sırada)
Rotten Tomatoes: % 96
Manalı Filmler: 10

1 Eylül 1939’da Almanlar Polonya’yı işgale başladılar. 16 gün sonra da SSCB ülkenin doğusunu ele geçirdi. Savaş boyunca süren işgal ülkeye ağır hasar verdi ve yaklaşık 1 milyon Polonyalının ölümüne neden oldu.

Haliyle Polonya sineması işgal ve direnişi konu alan filmler yaptı: Ünlü yönetmen Andrzej Wajda “A Generation”, “Kanal”, “Katyn” gibi eserlerinde o dönemin olaylarını çeşitli açılardan irdeledi. Kayda değer bir başka çalışma ise Aleksander Ford’dan geldi, 1948 tarihli “Border Street”, işgal yüzünden bazıları birbirine düşman olan bir grup yeniyetmeye odaklanıyordu.

Bunlar önemli çalışmalardı ama konuyla ilgili film yönetmeye belki de en çok Polanski’nin hakkı vardı çünkü –“Roman” kitabında da anlattığı gibi- onun çocukluğu Nazi işgali altındaki Varşova’da geçmişti. Tüm bu filmlerde işlenen pek çok olayı bizzat yaşamış, yıllarca etkisinden kurtulamamıştı. İşgalle ilgili film çekmek istemesi doğaldı.

Sonunda Polanski aradığı projeyi buldu. Wladyslaw Szpilman’ın anılarından oluşan kitap ona, daha önce yapılanlara hiç benzemeyen bir Nazi işgali filmi çekme imkanı verdi.

Andığım diğer eserler ikiye bölünmüş bir dünyayı resmeder: Bir yanda mağdur Polonyalılar, karşılarında zalim Almanlar vardır. “Piyanist” ise çok daha gerçekçi bir tablo çiziyor: Szpilman için topladığı paralarla kaçan bir Polonyalı da var bu filmde, onun saklanmasına yardım eden, ona yiyecek götüren bir Nazi subayı da.

Seleflerinden farklı olarak “kahraman Polonyalı” imajı yok bu eserde, tersine ana kahramanı fena halde korkak, aylarca çeşitli harabelerde, terk edilmiş evlerde tek başına yaşadığı, direnişçilerin çabalarına tanık olduğu halde düşmana bir tek kurşun bile sıkmayan biri. Polonya’nın resmen hiç teslim olmadığı ve 6 yıl boyunca elden geldiğince savaştığı düşünüldüğünde, gerçek bir hikayeyi, yaşandığı biçimiyle perdeye aktarmaya çalışan Polanski’nin ne kadar cesur ve hümanist davrandığı daha iyi anlaşılıyor.

Dolayısıyla bu filmin başarısı büyük bir sürpriz değil, Polanski’nin duruşu çok daha şaşırtıcı: İnanılmaz derecede objektif kalmayı başarıyor, örneğin Nazilerin uyguladığı şiddeti özellikle vurgulamaya çalışmıyor, içeriği ne olursa olsun her planda aynı derecede sakin ve olgun. Bir insanın hayatta kalma çabasına odaklanıyor ve bunu o kadar başarıyla işliyor ki, tek bir şahsın hikayesi tüm sinema tarihinin en önemli savaş karşıtı filmlerinden birini oluşturabiliyor.

Ödülleri:
En İyi Yönetmen, Erkek Oyuncu ve Uyarlama Senaryo dallarında Oskar; Film, Görüntü Yönetmeni, Kurgu ve Kostüm dallarında Oskar adaylığı.
Altın Palmiye.
Ayrıca 45 ödül ve 38 adaylık.

Meraklısına:
Polanski hep çok iyi bir yönetmendi, filmografisi “Chinatown / Çin Mahallesi” gibi başyapıtlarla dolu. Fakat bir süredir durgundu, filmleri yeterince canlı, olması gerektiği kadar parlak değildi. Çok beğenilen “Piyanist” ikinci doğuşu oldu.

Bozuk paraları masanın üzerine atarak kontrol eden müşteriyi, bir başka ünlü Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski’nin “Trois couleurs: Blanc / Üç Renk: Beyaz” filminin başrolünde izlediğimiz Zbigniew Zamachowski oynuyor.

Oynadığı karakterin duygularını daha iyi anlayabilmek için Brody, oturduğu evden taşınmış, arabasını satmış ve çekim boyunca TV izlememiş.

İçinde tek kelime Fransızca olmadığı halde En İyi Film dalında Fransızların Oskarı sayılan Cesar’ı kazanan ilk film.

Açık Gazete, 2 Eylül 2011

The Pianist / Piyanist
Yönetmen: Roman Polanski
Senaryo: Ronald Harwood (Wladyslaw Szpilman'ın kitabından)
Yapımcılar: Roman Polanski, Alain Sarde, Robert Benmussa
Oyuncular: Adrien Brody (Wladyslaw Szpilman), Emilia Fox (Dorota), Michal Zebrowski (Jurek), Ed Stoppard (Henryk), Maureen Lipman (Wladyslaw'ın annesi), Frank Finlay (Wladyslaw'ın babası), Jessica Kate Meyer (Halina), Julia Rayner (Regina), Thomas Kretschmann (Yüzbaşı Wilm Hosenfeld)
2002 Fransa, Polonya, Almanya, İngiltere ortak yapımı, 90 dakika
DVD firması: Özen Film

19 Eylül 2011 Pazartesi

Daima

IMDB: 6.2
Rotten Tomatoes: % 61
Manalı Filmler: 8.0

Her sinemaseverin bu hikayeyi bilmesinde yarar var.

1940’larda yazılmış, yani fantastik sinemanın altın çağında.

Bundan da önemlisi, senaryo Dalton Trumbo’nun kaleminden çıkma, kendisi hala Holivud’un en önemli senaristlerinden biri olarak kabul ediliyor. Aslında sosyalist, fantastik temalarla ilişkisi yok, ama her büyük yazar gibi o da, dokunduğu her şeyi hayata dair en büyük sorularla ilişkilendirmeyi beceriyor.

Büyük stüdyoların –gişe başarısını hedefleyen- “masalsı” yaklaşımıyla Trumbo’nun gerçekçiliği birleşince ortaya benzersiz bir senaryo çıkıyor. Buna “Gone With the Wind – Rüzgar Gibi Geçti”nin yönetmeni Victor Fleming’in ve unutulmaz Spencer Tracy’nin yetenekleri de eklenince, hem türün, hem Holivud tarihinin en özel eserlerinden biri doğuyor.

“A Guy Named Joe”nun çok hayranı var, Steven Spielberg dahil. Neredeyse 40 yıldır dilediği her projeyi gerçekleştirebilecek imkana ve güce sahip, haliyle –“Indiana Jones” gibi istisnalar bir yana- benzersiz ve özgün senaryolarla çalışıyor. Yeniden çevrim yapmaya hiç yanaşmıyor, bu prensibin de istisnası bu film.

Orijinal eser 2. Dünya Savaşı’nda geçiyor, başarılı pilot Pete, bir çatışmada ölüyor, “öbür tarafta”, benzer pozisyondakilerin bir nevi koruyucu melek olarak görevlendirildiklerini öğreniyor. Yetenekli ama deneyimsiz Ted’in hep yanında oluyor, söylediklerini Ted “kafasının içinde” duyuyor ve kendi düşüncesi sanarak uyguluyor, zamanla ustalaşıyor. Fakat Pete’in görevi bununla sınırlı değil: Hala unutamadığı sevgilisi Dorinda ile Ted karşılaşıp birbirlerinden etkilenince Pete, asıl görevinin böyle bir durumla da başa çıkabilmek olduğunu anlıyor. Yani süreç bizzat kendisinin de ruhsal gelişimiyle ilgili.

Eğilimlerinden beklenebileceği üzere Trumbo, bu ana fikri özgürlük temasıyla ilişkilendirmiş, filmin açılış sekansına Pete’in çocuklara uçmanın nasıl bir şey olduğunu anlattığı monoloğu koymuş, “cennette” geçen sahnede “amirinin” Pete’e şunları söylemesini sağlamış: “Gelecekten umudunu kesmeyen biri gerçekten ölmüş değildir. Ve bunu yapmanın sorumluluğunu üstlenmeyen hiç kimse gerçekten yaşıyor sayılmaz” (Bu cümleler, en önemli spiritüel ilkelerden birinin ifadesi: Bir şey hayal etmeden, beklemeden, geleni kabul ederek yaşamak).

“Daima”nın asıl eksikliği de, aslında öykünün ana omurgasını oluşturan “özgürleşme” temasıyla ilişkisini çok sınırlı tutması... Belson’ın senaristliği Trumbo ile kıyaslanabilir seviyede değil, özgün senaryonun değerli pek çok yönüne sırt çevirip komedi unsurlarını artırarak fantezi-gerçeklik dengesini bozmuş, eserin gücünü çok azaltmış. O kadar ki, yönetmenin parlak yeteneği bile filmi belli bir seviyenin üzerine çıkarmaya yetmemiş.

Bugünkü kadar olmasa da 1989’da da dijital efektler epey gelişmişti, buna rağmen Spielberg öykünün yalın gücünün yeterince etkili olacağını düşünüp efektleri minimum seviyede tutmuş, “öbür dünya” tasarımıyla göz boyamaya falan çalışmamış. Tüm filmde reji çok olgun ve –yine- şaşırtıcı derecede usta işi, dünyada az tanınan ama hepsi birbirinden yetenekli üç başrol oyuncusundan aldığı performanslar göz kamaştırıcı.

Zaten Spielberg’in ustalığı sayesinde “Daima” keyifle seyredilen ve manalı bir film oluyor.

Meraklısına:
Tom Cruise oynamayı kabul etmeyince Ted rolü Johnson’a verilmiş. Melek Hap rolü için de Spielberg’in ilk tercihi Sean Connery imiş, o olmayınca karakteri kadına dönüştürmüş ve Hepburn’e teklif etmiş, böylece efsane oyuncu perdede son kez melek rolünde görünmüş.

“Piano” ve “Copycat / Kopya Cinayetler” gibi başarılı filmlerden anımsayabileceğiniz usta oyuncu Holly Hunter, iki melekli projede daha yer aldı: “A Life Less Ordinary / Olağanüstü Bir Hayat” isimli romantik komedideki meleklerden biri oydu. Yapımcılığını da üstlendiği “Saving Grace” isimli TV dizisinde ise canlandırdığı cinayet dedektifinin yardımına bir melek gönderiliyordu.

Açık Gazete, 12 Ağustos 2011

Always / Daima
Yönetmen: Steven Spielberg
Senaryo: Jerry Belson (Dalton Trumbo imzalı “A Guy Named Joe” senaryosundan)
Yapımcılar: Kathleen Kennedy, Frank Marshall, Steven Spielberg
Oyuncular: Richard Dreyfuss (Pete), Holly Hunter (Dorinda), John Goodman (Al), Brad Johnson (Ted), Audrey Hepburn (Hap)
1989 ABD yapımı, 122 dakika
Gösterim tarihi: 28 Eylül 1990
DVD firması: As Sanat

6 Eylül 2011 Salı

Gözlerimi De Al

Bu film kocasından dayak yiyen bir kadının hikayesi değil; ilişkilerinin merkezinde şiddetin yer aldığı bir çiftin değişme ve barış içinde bir arada yaşamayı öğrenme çabalarının hikayesi. Tam da bu yüzden değerli

IMDB: 7.0
Rotten Tomatoes: % 91
Manalı Filmler: 8.5

Her şiddet eylemi bir yardım çığlığıdır aslında...

Iciar Bollain'in yönettiği "Gözlerimi De Al" bu gerçeği iyi ifade ediyor.

Filmin zalim kocası Antonio'nun devam ettiği terapi grubunda küçük bir canlandırma yapıyorlar bir gün. Adam içeri giriyor, karısına ilk sözü: "Yemek hazır mı?" oluyor. Terapist gruptaki 8-10 erkeğe başka bir açılış cümlesi önermelerini söylüyor, kimseden çıt çıkmıyor. Sonunda Antonio "Merhaba, günün nasıl geçti?" demesini öneriyor. Canlandırmada koca rolünü üstlenen adam bu kez de: "Merhaba, günün nasıl geçti, yemek nerde?" diyor.

Trajik, değil mi?

Sadece karılarıyla değil, kimseyle samimi bir diyalog kurmayı bilmiyorlar, kendilerini ifade edemiyorlar. Hep savunmadalar, hep mesafeliler. Tam da bu yüzden şiddete başvuruyorlar. İletişimin başka biçimlerini kullanabilseler böyle davranmazlardı ki.

Antonio'ya psikologun dediği gibi, hedefleri yok, yaşamlarını kendi seçimleriyle şekillendiremiyorlar, hep dayatmalara maruz kalmışlar, zorunluluklara boyun eğmişler.

Kişilikleri gelişmemiş.

Bu nedenle karılarının kişiliğinin gelişmesinden, dışa açılmasından, toplumda saygı görmesinden çok korkuyorlar. Onları baskı altında tutmaya çalışmalarının sebebi bu.

Terapiye katılanlardan biri anlatıyor: "Hoşuma gidiyordu bu durum. Bana saygı duyuyordu. Ben evdeyken sessiz oluyordu. Çok sonra fark ettim, aslında benimleyken korkudan ödü patlıyordu. Kişiliğini yok etmiştim."

Bu yok edici tavrın altında yatan korkuyu Antonio çeşitli biçimlerde dile getiriyor filmde. Terapistine, karısı olumlu yönde değişirse artık onunla kalmayacağından korktuğunu anlatıyor. Pilar'a onsuz yaşayamayacağını söylerken ciddi. O kadar ki, evi bu kez geri dönmemek üzere terk edeceğini anladığında karısının gözlerinin önünde bileklerini kesmeye kalkışıyor.

O kadar çaresiz.

O kaba saba görünümün altında yardıma muhtaç bir çocuk yatıyor.

Pilar kadar çaresiz bir çocuk...

Bir filmde dendiği gibi: "Bu kadar korkan biri zararsız olamaz..." Antonio da sevdiklerine zarar veriyor. O ve benzerlerinin uyguladıkları şiddetin, kıskançlık nöbetlerinin altında hep aynı korku var aslında: Kaybetme korkusu.

Yani kendi yetersizlikleri. Özgüvensizlikleri. Kendilerinin değersiz olduklarına ilişkin sarsılmaz bir inanca sahip oluşları.

Antonio karısına gününün nasıl geçtiğini sormayı akıl edebiliyor, ama onun da şartları var: Pilar'ın günü "zararsız" biçimde geçtiyse iyi, örneğin Madrid'de çalışmaya karar verdiyse kötü. Çünkü Antonio o koca kentte kendisinin iş bulamayacağından, ezileceğinden, kaybolup gideceğinden korkuyor. Pilar'ın "Bir sürü iş yapabilirsin, sen çok yeteneklisin" cümlesini yanıtsız bırakıyor, ne desin, kendisi inanmıyor ki yetenekli olduğuna. Kendisini alt tarafı buzdolabı satan bir adam olarak görüyor.

O yüzden bir yardım çığlığıdır karısına attığı tokatlar...

Ve tam da o davranış biçimi sevgiyi yok eder, yardımı engeller...

"Gözlerimi De Al" Antonio gibilerin içinde debelendikleri kısır döngüyü iyi anlatıyor.

Sürekli eziliyorlar, yaşamın kenarında kalmışlar. Dünya onları hiçe sayıyor. Erkek kardeşinin Antonio'yu ailenin önünde "Bir de başımıza mimar kesildin" diyerek aşağılaması, Pilar'ın "Artık kendimi göremiyorum. Kim olduğumu bulamıyorum" demesi kadar trajik...

Ezildikçe eziyorlar. Hınçlarını karılarından çıkarıyorlar. Ve çocuklarından. Güçleri sadece onlara yetiyor çünkü...

Bu film kocasından dayak yiyen bir kadının hikayesi değil; ilişkilerinin merkezinde şiddetin yer aldığı bir çiftin değişme ve barış içinde bir arada yaşamayı öğrenme çabalarının hikayesi. Tam da bu yüzden değerli.

Sadece Pilar'ın değil, Antonio'nun da aslında bir "kurban" olduğunu gösterdiği için. O maço erkeklerin dünyasına içeriden bir bakış atabildiği için. Atalarından (örneğin Pilar'ın annesinden) aldıkları mirası ve geleceği de aynı biçimde inşa ettiklerini (örneğin Antonio'nun oğluna davranış biçimi) sergilediği için.

Ayrıntıların önemi
Hikayesini, sakin sakin anlatıyor Iciar Bollain. Köpürtmüyor, seyircinin duygularını kabartacak numaralara baş vurmuyor. Öykü çok elverişli olmasına rağmen şiddet dolu sahnelerden kaçınıyor. Örneğin rahatlıkla Antonio'nun Pilar'ın ağzını burnunu dağıttığı, oğlanın annesine sarılıp ağladığı, babasına vurmasın diye yalvardığı birkaç sahne koyulabilirdi filme, ama yok, onun yerine aslında karısını sevdiğini gösteren sahneler var, öfkesini kontrol etmeye çalıştığını, değişmek için gerçekten uğraştığını, ama özellikle Pilar müzedeki işinde başarılı olmaya başladıktan sonra olup bitenlerle başa çıkamadığını izliyoruz.

Pilar'ı onun kendisini terk etmesinden ölesiye korktuğu için yitirdiğini, yani kendi korkularının ve sevgiye teslim olamayışının kurbanı olduğunu...

Pilar'ın kendini geliştirmek ve ilişkilerini yeniden -küllerinden- yaratmak konusundaki başarısını Antonio'nun gösterememesinde kendini bırakamamasının etkisi büyük. Pilar kadın olduğu için daha kolay veriyor kendini, daha uyumlu, sevgiye teslim olmayı daha iyi beceriyor. "Gözlerimi de al" diyebiliyor... Antonio erkek, maço yetiştirilmiş, feminen özellikler geliştirmekte zorlanıyor. Kendini bırakmak dürtüsü, sahip olması gerektiğini düşündüğü "güçlü, koruyan, sahip çıkan aile reisi" imajıyla çelişiyor.

Tüm bunları klişelerden uzak durarak, gerçekçi portreler çizerek ve ayrıntılara inerek anlatıyor "Gözlerimi De Al"; bir kadının ayağında terliklerle evi terk etmesindeki trajediyi anlayabilen seyirciye sesleniyor.

Bollain dokunaklı bir hikaye anlatırken hemen tüm gücünü iyi çalışılmış senaryosundan ve güçlü oyunculuklardan alıyor... Laia Marull'un eriştiği başarıyı kelimelerle ifade etmek zor, Pilar'ın umutlarını, korkularını, her şeye rağmen kocasına duyduğu sevgiyi iyi anlatmış, filmin genelinde inanılmaz bir oyunculuk düzeyi yakalamış. Luis Tosar gayet inandırıcı, oğulları Juan'ı canlandıran hüzünlü yüzlü Nicolas Fernandez Luna ise bir kasting harikası...

Hikayesini anlatırken film kapsamını, Pilar'ın kız kardeşi, annesi ve sürekli erkeklerle ilişkilerinden bahseden müze çalışanları aracılığıyla kadınlara, Antonio'nun erkek kardeşi ve grup terapisine katılanlar aracılığıyla da erkeklere doğru genişletiyor.

Herhangi bir kadın ve erkek arasında yaşanmıyor bunlar; belki de tüm kadınlar ve erkekler arasında yaşanıyor.

Yüzyıllardır...

Bu yüzden vahim.

Pilar'ın kocasını şikayete gittiği karakolda dediği gibi: "Yara çok derinde..."

Film+, sayı: 4, Temmuz 2005

Ödülleri:
39 ödül, 17 adaylık

Take My Eyes / Te doy mis ojos / Gözlerimi De Al
Yönetmen: Iciar Bollain
Senaryo: Iciar Bollain, Alicia Luna
Yapımcılar: Santiago Garcia de Leaniz, Enrique Gonzalez Macho
Oyuncular: Laia Marull (Pilar), Luis Tosar(Antonio), Candela Pena (Ana), Rosa Maria Sarda (Aurora), Kiti Manver (Rosa), Sergi Calleja (terapist)
2003 İspanya yapımı, 109 dakika
Gösterim tarihi: 10 Haziran 2005