Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

10 Temmuz 2011 Pazar

Yağmurdan Önce

IMDB: 8.0
Rotten Tomatoes: % 83
Manalı Filmler: 9.5

Bob Dylan ünlü şarkısında “A Hard Rain’s Gonna Fall” diyordu, yani, “Sıkı bir yağmur bastıracak birazdan”… O güzelim dizeyi anımsarsınız belki: “I saw guns and sharp swords in the hands of young children” (Küçük çocukların ellerinde tüfekler ve keskin kılıçlar gördüm).

Milcho Manchevski’nin yazıp yönettiği “Yağmurdan Önce” bu şarkıyı anımsatıyor. Belki de tüm her şey olup bittikten sonra, ortalığı temizlemek istercesine sıkı bir yağmur yağdığı için…

Beklenen yağmur sonunda yağar ama her şeyi temizlemesi mümkün müdür? Anlatılanlar insanoğlunun en karanlık ve vahşi taraflarına ait öykülerse ve makineli tüfekler art arda ölüm saçıyorlarsa bu pisliği temizlemeye sıkı bir yağmur da yetmeyecektir. Alex’in cansız bedeni toprakta yatarken, onun öldürülmesinin içimize saldığı hüznü pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır yağmur…

Filmin yağmura yaslanması sadece adından ve Alex’in bedenine düşen damlalardan dolayı değil. “Pisliği temizlemek” de, hoş ama romantik bir gerekçelendirmeden öte gitmiyor aslında… Manchevski’nin filmi tüm bu öykülerin geçtiği o kırsal bölgede yağmurun anlamı üzerine düşündürüyor. Yağmur doğanın canlanması, ekinlerin serpilip büyümesi demek; köylülerin belki de en önemli gereksinimlerinden biri; uğruna toplu dualara çıkılan, erişilmesi güç olabilen bir şey… Oysa artık Makedonya’da köylülerin elinde dirgen değil otomatik silahlar var. Yağmur artık gürbüz ekinlerin üzerine değil, cansız bedenlerin üzerine yağıyor. Orada artık köylülerin yağmurdan ve ekinlerinden daha önemli düşünceleri var: Dikkatlerini her an patlayabilecek bir Müslüman-Hıristiyan savaşına vermiş durumdalar. Herhangi bir köşeden ölümün ansızın çıkabileceğini düşünürken hasada kim aldırır ki?

Alex’in doktor kuzeninin dediği gibi “Savaş bir virüstür” belki de… Ne olduğunuzu anlayamadan esir alır sizi bir hastalık gibi. Beyninizi ele geçirir, öldürmeyi emreder. Ve insanlar hasadı, ekinleri, aşk ve düğünleri bırakıp savaşı, ölümü, kanı düşünmeye, daha kötüsü düşlemeye başlarlar.

Manchevski’nin eseri savaş gerçeğini iyi anlatan bir film. Ama yalnız bunu değil, başka şeyleri de anlatıyor, izleyicisini yaşamın anlamı üzerine düşünmeye zorluyor. Gittiğiniz herhangi bir lokantada, karınızla boşanma meselesini tartışırken, rast gele sağa sola ateş eden bir deli tarafından ya da kendi adamlarınızın elinden küçük bir kızı kurtarmak isterken ölmek mümkünse şu dünyada, ölüm böylesine anlamsız, hatta düpedüz saçma bir biçimde bulabiliyorsa insanoğlunu, hiçbirimizin “damda uyuklayan kedi”den farkımız yok demektir; delinin birinin nedensiz açtığı ateş sonucu yaşamımızı yitirmemiz an meselesidir.

Manchevski, “Sözcükler”, “Yüzler” ve “Resimler” başlıklı üç bölümden oluşan filmiyle, şiddetin günlük yaşama girebilmesi açısından Bosna-Hersek, Çeçenistan, Ruanda ya da dünyanın herhangi bir başka “gelişmemiş” bölgesiyle İngiltere gibi bir uygarlık merkezinin aynı olduğunu gösteriyor. Kişisel bir ikilemin kıskacında kalan genç rahibi ve yıllar sonra memleketine dönen fotoğrafçıyı temel alan öykülerde ölüm kaçınılmaz, o insanların yaşamlarının kuytu bucağında gizli, onlarla birlikte yaşayan bir şey. İmkansız bir aşkı anlattığı öyküdeki ölüm ise, belki o kadar kaçınılmaz değil ama öyküdeki hüznü pekiştiriyor.

Kuşkusuz filmin en ilgi çekici tarafı “dairesel” kurgusu. Manchevski filmi oluşturan üç öyküyü iç içe geçirerek anlatırken, belli bir noktadan başladığı filmini yine aynı noktaya dönerek, bir başka deyişle açılış sahnesiyle bitiriyor (Anne’ın baktığı fotoğraflar arasında, henüz o sırada gerçekleşmemiş birinci öyküdeki olaylara ait resimlerin de olması, küçük bir zaman sıçramasına neden oluyor… Manchevski’nin küçük, ancak meraklısının dikkatini çekebilecek düşünsel hınzırlığı…). Bu tarz kurguya son yıllarda Tarantino’nun filmlerinde de rastlamıştık ve doğrusu örneğin “Pulp Fiction-Ucuz Roman”la kıyaslandığında “Yağmurdan Önce”nin öyküsünün kurgusu önemini yitiriyor. Ama Manchevski’nin çabasında başka bir değerli yön var: Filmini açılış sahnesiyle bitirmekle, Pink Floyd’un bir dönemki albümlerinde yaptığı gibi, yaşamın (müziğin/filmin) hiç bitmeyeceği, hep aynı tonlarla sürüp gideceği gibi bir anlama ulaşıyor. “Dünyada bir şeyler değişmedikçe, içinde bulunduğumuz şu kısır döngü sürüp gidecek ve insanlar birbirlerini boğazlamayı sürdürecekler” demek istiyor sanki.

Sinema Gazetesi, Yıl: 2, Sayı: 92, 3 Haziran 1995

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Oskar adayı, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülü
Ayrıca 11 ödül ve 2 adaylık.


Before the Rain / Yağmurdan Önce
Senaryo ve yönetim: Milcho Manchevski
Yapımcılar: Judy Counihan, Cedomir Kolar, Sam Taylor, Cat Villiers
Görüntü yönetmeni: Manuel Teran
Müzik: Anastasia (Zlatko Origjanski, Zoran Spasovski, Goran Trajkovski, Dragan Dautovski)
Oyuncular: Katrin Cartlidge (Anne), Rade Serbedzija (Alex), Gregoire Colin, Libani Mitevska, Jay Villiers
1994 İngiltere, Fransa, Makedonya ortak yapımı, 115 dakika
Gösterim tarihi: 19 Mayıs 1995
DVD firması: Kanal D Home Video

5 yorum:

  1. Katrin Cartlidge'ın oynadığı Naked adlı bir film var.Bu filmi henüz izlemedim ancak bu filmdeki oyunculuğunu beğendiyseniz,izleyin derim.

    YanıtlaSil
  2. "Naked" filmini yapıldığı yıl izlemiştim. Tekrar seyredip bloga yazmak konusunda da yanlış anımsamıyorsam size söz vermiştim:) Sözümü tutamadığımı çok kibarca hatırlatmışsınız, sağ olun.

    YanıtlaSil
  3. Rica ederim,çok da önemli değil açıkcası ama bir yandan yorumunuzu merak etmedim de değil=).

    YanıtlaSil
  4. Ben de sizin "Naked" yorumunuzu merak ettim:)

    YanıtlaSil
  5. Valla tipik Mike Leigh filmlerinden daha farklı bir film.Herşeyden önce biraz eksik kalmış.Ama bu film ilk izlerken oluşan şaşkınlıktan pek farkında olunacak bir durum oluşturmuyor,filmin sonunda böyle bir düşünceye kapılınabiliyor.Johnny karakterini oynayan oyuncu hariç-adını hatırlamıyorum-yan karakterler çok zayıf kalmış-Katrin Cartlidge hariç-ve mesela filmde iki ana karakter varken hep birinin üzerinden şekillenen bir kurgu var.Johnny'nin Manchester'da yanına geldiği kız iyi ki de çok baskın bir karakteri oynamamış veya çok fazla ön plana çıkmamış,çünkü oyunculuğu fazlasıyla bıkkınlık verici ve senaryo gereği de böyle olması gerektiğini düşünmüyorum-bilemem gerçi onu ama-ve bağlamak gerekirse müzikleri dahi-aslında tek bir müzik denebilir-mükemmel.Çok önemli bir film,blogun adına yakışır bir film.Yine böyle önerdiğiniz Network vardı.İzlemek ve hatırlamak lazım kısaca.

    YanıtlaSil