IMDB: 7.3
Rotten Tomatoes: %65
Beyazperde: 4/5 yıldız
Manalı Filmler: 8.5
İlk filmiyle Seren Yüce, dev bir ünlem koydu ülkemiz semalarına.
“Dikkat” diyor bu film, “gençlerimiz içler acısı durumda. Delikanlılar değil, pimi çekilmiş el bombaları yetiştiriyoruz.”
O gençlerden birine odaklanıyor film, hayatını yakın merceğe alıyor, sakin sakin, adeta an be an izletiyor. Delikanlının dışa vuramadığı arzularını, açıklayamadığı düşüncelerini anlatmaktan çok sezdiriyor. Yavaş yavaş bir cehennem çukuruna doğru yuvarlanışını gösteriyor ve tam büyük olayların başlayacağı an anlatıyı bitiriyor.
Dramatik gelişmelerden özellikle kaçınan bir senaryo yazmış Yüce. Rejisi de hayli mesafeli. Bu soğukkanlı, uzak duruş filme ciddi katkıda bulunuyor. Zaten yönetmenin asıl muradı bize “çarpıcı” bir öykü anlatmak değil, bir kişiliği tahlil etmek, adeta otopsi yapmak…
Evet, otopsi, çünkü Mertkan “canlı” değil. Psikolojinin klasik “normal” tarifinden söz ediyorum: Canlı, neşeli, üretken… Mertkan bunların tersi. Üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi davranan, ezik mi ezik, kişiliği hiç gelişmemiş, zavallı birisi. Babasının gölgesinde kalmış, demek yetmez; Kemal sanki koca bir dağ, daha küçücükken oğlunun üzerine devrilmiş.
Mertkan’a göre babası bir dev çünkü duyguları ne derse desin sonuçta ona hak veriyor. Babası onun akıl hocası, hayat rehberi. Kemal ise öyle bir baba ki, evlere şenlik. Gayet dar kafalı, fena halde ırkçı, bağırıp çağırmaktan, şiddetten başka iletişim yolu bilmeyen/bulamayan birisi. Oğlunu da “vatana, millete bağlı, ailesine saygılı” biri olarak yetiştirmeye çalışıyor.
Ana karakterini küçükken tanıtıyor bize film. Daha bacak kadarken evin hizmetlisini aşağılamayı öğrenmiş. Yetiştikçe mesela annesinin –aynen babasının yaptığı gibi- lafı ağzına tıkmakta ustalaşıyor; bunu marifet sanıyor. Delikanlının dünyasında bu tür bir ölçümleme var, her şeye ve herkese uygulanıyor: Babasından bellediğine göre patron işçiden, zengin fakirden, erkek kadından, Türk Kürtten üstün. Arkadaşları da aynı şekilde yaklaşıyorlar hayata; Mertkan kendisinde bir tuhaflık olduğunu anlayamıyor.
Mertkan çok tehlikeli bir birey çünkü çok korkuyor. Babasından, arkadaşlarının kınamasından, yabancılardan, taksi şoförlerinden ürküyor. Çünkü özgüven aşılanmamış çocuğa, babası ezip posasını çıkarmış, annesi oğlunu kollayamamış, eğitim sistemi desen zaten sizlere ömür… Bu kadar korkan birisi zaten zararsız olamaz, bir de bunca beyni de yıkanınca, Mertkan gibiler ufak bir sürtüşmede kan döküyor, daha fecisi, Hırant Dink ve benzerlerine doğrultulan silah oluyorlar.
Bu filmin önemi burada: Mertkan’ın özel bir durumu olmadığını gösteriyor. Kemal ve oğlu sıradan insanlar, sokaklarda milyonlarcası dolaşıyor; karılarına şiddet uygulayan, hatta onları bıçaklayan, çocuklarını zapturapt altına alan, silaha tapan, en çok bağıran parti liderine oy veren cahil kitle, “büyük çoğunluk”, yani başımızın belası…
Çok başarılı bir film “Çoğunluk”, her şeyiyle ama ille oyuncularıyla… Hele Tanrıöğen ve Küçükçağlayan zor rollerinin altından o kadar ustalıkla kalkıyorlar ki, filmin gerçeklik seviyesini yükseltiyor, esere adeta bir belgesel havası veriyorlar.
Seren Yüce en çok bu açıdan takdir edilmeli: Filmi çok önemli bir belge, özellikle siyasetçilerin ve sosyologların enine boyuna incelemeleri gereken bir tanıklık, bir ibret vesikası…
Ödülleri:
67. Venedik Film Festivali: Geleceğin Aslanı Ödülü
Antalya Altın Portakal Film Festivali: En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu (Küçükçağlayan)
Açık Gazete, 18 Kasım 2011
Çoğunluk
Senaryo ve yönetim: Seren Yüce
Yapımcılar: Önder Çakar, Seren Yüce, Sevil Demirci
Oyuncular: Bartu Küçükçağlayan (Mertkan), Settar Tanrıöğen (Kemal), Nihal G. Koldaş (Nazan), Esme Madra (Gül), Erkan Can (taksici)
2010 Türkiye yapımı, 111 dakika
DVD firması: Kanal D
25 Kasım 2011 Cuma
20 Kasım 2011 Pazar
Elveda Las Vegas
IMDB: 7.6
Rotten Tomatoes: % 89
Manalı Filmler: 9.5
“Elveda Las Vegas” “boşuna yaşama”ya dair bir film…
Çelişkilerini alkolizm batağına saplanıncaya kadar keskinleştirmiş, yaşama ilişkin doyumsuzluğunu boğazından boca edip durduğu alkolle unutmaya çalışan Ben ve tecavüzler, dayaklar arasında fahişelikle karnını doyurmaya çalışan Sera gibi, Litvanya’dan ABD’ye göçmüş, belli ki büyük oynamaya kararlı, ama attığı adıma dikkat etmeyen pezevenk Yuri de boşuna yaşar, hatta boşuna ölürler… Ben’in sonu bir saygınlık içerir, ama Sera’nın da Yuri’ninkinden farklı olamayacak bir biçimde, ya şiddete meraklı birilerinin elinde kalarak ya da ucuz bir motel odasında yapayalnız öleceğini kestirmek zor değildir…
“Elveda Las Vegas” “uçta yaşama”ya dair bir film…
Ben ve Sera sıra dışı insanlardır; yalnız meslekleri ve toplumsal konumları itibariyle değil, tüm özellikleriyle… İnsanların cüzdanlarında yüz dolar bile taşımadıkları bir ülkede cebi para dolu dolaşırlar. Aşık olduğu adamın alkolik olduğunu bile bile ve tüm uyarılara karşın ona evini açan, yaşamının karabasanı olan pezevengine acıyan Sera, mesleği gereği, toplum dışı olmaya zaten alışkındır. Ben ise alkolle evlendiğinden beri toplumun önem verdiği her türlü kuraldan iyice soyutlamıştır kendini. Bankada teybe metin okurken, salak bir kızın “onurunu koruduğu” için dayak yerken, lüks bir sitenin giriş kapısı önünde sızarken bilinçli olarak sıra dışıdır ve bunu en uç noktasına kadar yaşar…
“Elveda Las Vegas” “intihar”a dair bir film…
Ben yalnızlık, doyumsuzluk gibi çağdaş toplum bireylerinin sorunlarını -küçük ipuçlarından çıkartılabileceği üzere- ortalama insandan daha duyarlı olduğu için derinlemesine yaşayan, herhalde Holivud cangılında senaryo yazmanın da etkisiyle yaşam için çaba harcamaya inancını yitirdiğinden kendini ve her şeyi alkole boğarak intihar etmeyi seçmiştir… Açıklamasa da intihar nedenleri ve biçimi o kadar saygındır ki Sera da anlar onu, engellemeye çalışmaz.
“Elveda Las Vegas” “aşağılanma”ya dair bir film…
Aşağılanma bir sokak kadınının yaşamının -Las Vegas’ın pahalı otellerinde de çalışsa- ayrılmaz bir parçasıdır; Sera da sürekli aşağılanır. Müşterileri, pezevengi, onunla birlikte olmayı ahlaksızlık sayan insanlar, velhasıl karşılaştığı hemen herkes aşağılar onu (“Beklemediğin bir arka kapı girişi mi oldu?”). Ben’in aşağılanması da aynı biçimdedir, farklı nedenlerden kaynaklansa da: Borç istediği arkadaşları, barda kur yaptığı kadınlar, barmenler, alkolün etkisiyle olay çıkardığı yerlerdeki görevliler, velhasıl karşılaştığı hemen herkes aşağılar onu. Üstelik bir kısmı, çöldeki motelin yılan gözlü müdiresinin yaptığı gibi gülümsemesini bir tokat gibi yüzüne çarparak…
“Elveda Las Vegas” “saygı”ya dair bir film…
Alkolik ya da sokak kadını olmak aşağılanmayı gerektirmez; Ben ve Sera da birbirlerine saygılı davranırlar. Çok aşağılanmalarının da etkisiyle başkasının yaşamına müdahale etmemeyi öğrenmişlerdir, birbirlerine hoşgörü gösterirler (Zaten aşk anlamak ve bir şey istememek değil midir?). Sera’nın alkolik sevgilisine pahalı bir cep şişesi armağan etmesi gerçek aşkın içerdiği o benzersiz saygıyla açıklanabilir ancak. Kimseden görmedikleri için daha da değerlenen, başlı başına bir armağana dönüşen saygıyla…
“Elveda Las Vegas” “sevgi”ye dair bir film…
Mike Figgis uzun süredir kimsenin cesaret edemediğini yapıp sıradan insanlar arasında geçen küçük bir aşkı anlatmakla kalmaz, anlattığı, sinemanın yarattığı en güzel aşklardan birine dönüşür (Aşk belki de insanın, sevgilisi bir sokak kadını da olsa ona aşık olduğunu anladığı an “fuck” [s...k] sözcüğünü bırakıp “sleep” [yatmak] demeye başlamasıdır). Üstelik sekse hiç yer verilmeyen bir aşktır bu; sokak kadını ve her gördüğü kadına sarkan alkolik ilk ve son kez finalde sevişirler… Ayrılık sonrası buluşmanın, son konuşmanın, yalnız Las Vegas’a değil, aşka ve yaşama da veda etmenin hüznünü taşıyarak…
“Elveda Las Vegas” kara bir film…
Mike Figgis’in eseri ilk planından sonuncusuna, unutulmaz “the hole you’re in” esprisi gibi gülümsettiği yerlerde bile az görülür bir karamsarlığa sahiptir. Filmini kendi yazdığı senaryoyla, kendi yaptığı müziklerle bir keder başyapıtına dönüştüren Figgis, yönetmenliğiyle de bu özelliğin altını çizer. Yer yer adamakıllı karanlık planlar, final gibi inanılmaz duygusal sahneler yaratmakla kalmaz, -Ben’i striptiz kulübünde gördüğümüz sahnede yaptığı gibi- sesle ya da ışıkla oynayarak sahnelerin rengini daha da koyultur, duyguyu daha da artırır. “Internal Affairs / Gizli İlişkiler”in atmosferi de karadır ama “Elveda Las Vegas”ın asıl referansı, 1988’de Figgis’i dünyaya tanıtan ilk filmi “Stormy Monday / Fırtınalı Pazartesi”dir. Aynı karamsarlığı, aynı umutsuz insanları, daha güçlü bir aşk, daha derin bir hüzün duygusu ve daha usta işi bir sinemayla yeniden yaratır Figgis.
“Elveda Las Vegas” delifişek bir film…
Video klip ve reklam estetiğinin sinema filmlerini nasıl etkilediğine önemli bir örnek verir Figgis; bununla da kalmaz, bu alanlardan aldığı etkileri daha üst bir biçim yaratmakta kullanır. Aynı plan içinde kararma yapar, sahneler ve planlar arasına boş kare atar, ağır görüntüyü geleneksel kullanımından çıkarıp özel bir anlatım biçimine dönüştürür, örneğin plan ortasında ağır görüntüye geçer. Sinemanın anlatım biçimleriyle oynarken televizyon anlatım tekniklerine de girer, Sera’yı röportaj üslubuyla kameraya konuşturur, Ben’in Yuri’nin hasımlarıyla karşılaştığı sahnede de -reality show’larda yapıldığı gibi- doğal çekimi altyazıyla verir. Holivud’un kimi ürünleriyle iyice suyunu çıkardığı kamera hareketlerine işlevsel olmadıkları sürece sırt çevirip durgun planlara yaslanır. Senaryoda klasik sahne yapısının dışına epeyce yerde çıktığı gibi klasik sahneleme biçimlerine de yüz vermez, velhasıl her şeyiyle başına buyruktur.
“Elveda Las Vegas” özgür bir film…
Figgis kendini sinemanın artık yerleşmiş kurallarından bağımsızlaştırır. Öncelikle senaryosuyla: Ne intiharın, ne aşkın nedenlerine girer. Ben’in evlilik yaşamına ait bisiklet, fotoğraf, alyans ve bir replikten başka hiçbir şeyin olmadığı filmde iş yaşamını da yalnızca kovulurken gösterir. Alkol üzerine yapılmış filmlerin geleneklerine sırt çevirir, filmin Las Vegas’ta geçen bölümlerinde alkol motifini yalnızca Sera-Ben ilişkisine etkide bulunduğu noktalarda kullanır. Zaten filmde alkol olgusu aslen Ben’in kişiliğinin bir özelliği ve intiharının biçimi olarak vardır. Velhasıl Figgis seyircinin neyi, nasıl algılayacağı sorunsalının senaryo tekniğini etkileyeceği noktalara hiç aldırmaz, kendisini seyirciden de bağımsızlaştırmıştır, seyircinin beklentileri değil, projenin Figgis için değerli olan yanları şekillendirir senaryoyu. Aynı biçimde seyircinin uzun metrajlı bir sinema filminde yadırgayacağını bile bile böylesine serbest bir sinema dili kullanır.
“Elveda Las Vegas” cesur bir film…
Holivud’un artık tıkandığı, öykülerin, filmlerin birbirine fena halde benzemeye başladığı bir zaman diliminde çok klasik bir öyküyü anlatırken olduğu gibi, çok yeni bir anlatım biçimine yaslanmakla da cesurdur Figgis. Klasik içeriği güçlü bir biçimde yeniden yaratırken biçimde bunca yeni olabilmesi şaşırtıcıdır. Fakat zaten içeriğe de cesaret isteyen ekler yapmış, iki sıra dışı insanın aşkını anlatırken sıradan insanlara ve toplumsal sisteme ilişkin küçük ayrıntılara girip filmini güçlü bir toplumsal eleştiri aracına dönüştürmüştür. Sera ve Ben’in şu ya da bu biçimde ilişki kurduğu o sıradan insanları, Ben’in kaldığı oteldeki resepsiyoncuyu, Sera’nın yüzüne tükürdüğü kumarhane görevlisini birkaç küçük fırça darbesiyle çizerken, Sera ve Ben’in dışında kaldıkları toplumsal yapının gücünü ve niteliğini de gösterir: Tüm bu insanlar için aptal yaşam biçimleri çok önemlidir ve hepsinin davranışlarında dünyalarını koruma çabası ve tehditkâr bir şeyler sezinlenir…
“Elveda Las Vegas” usta işi bir film…
Filmin tümünde asıl olanı hiç kaçırmayan Figgis ayrıntılar üzerinde de egemendir, örneğin “tetikçi” rolünde kendisi ve bardaki kadın rolünde Valeria Golino başta olmak üzere küçük rollerdeki oyunculardan da inandırıcı performanslar çıkarır. Julian Sands ilk kez kendini beğendirirken Elisabeth Shue ve Nicholas Cage devleşirler. İkisi de binlerce kez abartılarak oynanmış, adeta suyu çıkarılmış rollerini tüm film boyunca gayet dengeli bir oyun tutturarak gerçekçi kılmakla kalmaz, buldukları özel oyunculuk biçimleriyle de dikkat çekerler (“Belki bu kadar nefes de almamalıyım ha Terri? Hah ha ha…”). Cage’in krize yaklaşan alkolik duruşunu nasıl bunca iyi canlandırabildiği zaten muammadır.
İyi yazılmış, iyi çekilmiş, çok iyi oynanmış olması bir yana asıl bileşimiyle değerlidir “Elveda Las Vegas”. Küçük bütçeyle çekilmiş bu büyük film, klip estetiğiyle çağdaş sinemanın anlatım biçimlerini, Amerikan anlatımıyla Avrupa duyarlılığını kaynaştırır. Bu özellikleriyle, Batı ülkelerinde yeniden doğan “kara film”in muhteşem bir örneği ve geleceğin sinemasına giden yolda önemli bir kilometre taşıdır.
Ödülleri:
En İyi Erkek Oyuncu dalında Oskar; Yönetmen, Uyarlama Senaryo, Kadın Oyuncu dallarında oskar adaylığı
Ayrıca 25 ödül ve 14 adaylık
Antrakt, Sayı: 55, Nisan 1996
(“Elveda Las Vegas: Sevgiye dair bir kara film…” başlığıyla yayımlandı)
Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas
Senaryo ve yönetim: Mike Figgis (John O’Brien’ın romanından)
Yapımcılar: Lila Cazes, Annie Stewart
Oyuncular: Nicholas Cage (Ben), Elisabeth Shue (Sera), Julian Sands (Yuri), Valeria Golino (Terri), Kim Adams (Sheila), Steven Weber (Marc), Richard Lewis (Peter)
1995 Fransa, ABD ortak yapımı; 110 dakika
Dağıtımcı firma: Umut Sanat Ürünleri/UIP
Gösterim tarihi: 1 Mart 1996
DVD firması: Palermo
Rotten Tomatoes: % 89
Manalı Filmler: 9.5
“Elveda Las Vegas” “boşuna yaşama”ya dair bir film…
Çelişkilerini alkolizm batağına saplanıncaya kadar keskinleştirmiş, yaşama ilişkin doyumsuzluğunu boğazından boca edip durduğu alkolle unutmaya çalışan Ben ve tecavüzler, dayaklar arasında fahişelikle karnını doyurmaya çalışan Sera gibi, Litvanya’dan ABD’ye göçmüş, belli ki büyük oynamaya kararlı, ama attığı adıma dikkat etmeyen pezevenk Yuri de boşuna yaşar, hatta boşuna ölürler… Ben’in sonu bir saygınlık içerir, ama Sera’nın da Yuri’ninkinden farklı olamayacak bir biçimde, ya şiddete meraklı birilerinin elinde kalarak ya da ucuz bir motel odasında yapayalnız öleceğini kestirmek zor değildir…
“Elveda Las Vegas” “uçta yaşama”ya dair bir film…
Ben ve Sera sıra dışı insanlardır; yalnız meslekleri ve toplumsal konumları itibariyle değil, tüm özellikleriyle… İnsanların cüzdanlarında yüz dolar bile taşımadıkları bir ülkede cebi para dolu dolaşırlar. Aşık olduğu adamın alkolik olduğunu bile bile ve tüm uyarılara karşın ona evini açan, yaşamının karabasanı olan pezevengine acıyan Sera, mesleği gereği, toplum dışı olmaya zaten alışkındır. Ben ise alkolle evlendiğinden beri toplumun önem verdiği her türlü kuraldan iyice soyutlamıştır kendini. Bankada teybe metin okurken, salak bir kızın “onurunu koruduğu” için dayak yerken, lüks bir sitenin giriş kapısı önünde sızarken bilinçli olarak sıra dışıdır ve bunu en uç noktasına kadar yaşar…
“Elveda Las Vegas” “intihar”a dair bir film…
Ben yalnızlık, doyumsuzluk gibi çağdaş toplum bireylerinin sorunlarını -küçük ipuçlarından çıkartılabileceği üzere- ortalama insandan daha duyarlı olduğu için derinlemesine yaşayan, herhalde Holivud cangılında senaryo yazmanın da etkisiyle yaşam için çaba harcamaya inancını yitirdiğinden kendini ve her şeyi alkole boğarak intihar etmeyi seçmiştir… Açıklamasa da intihar nedenleri ve biçimi o kadar saygındır ki Sera da anlar onu, engellemeye çalışmaz.
“Elveda Las Vegas” “aşağılanma”ya dair bir film…
Aşağılanma bir sokak kadınının yaşamının -Las Vegas’ın pahalı otellerinde de çalışsa- ayrılmaz bir parçasıdır; Sera da sürekli aşağılanır. Müşterileri, pezevengi, onunla birlikte olmayı ahlaksızlık sayan insanlar, velhasıl karşılaştığı hemen herkes aşağılar onu (“Beklemediğin bir arka kapı girişi mi oldu?”). Ben’in aşağılanması da aynı biçimdedir, farklı nedenlerden kaynaklansa da: Borç istediği arkadaşları, barda kur yaptığı kadınlar, barmenler, alkolün etkisiyle olay çıkardığı yerlerdeki görevliler, velhasıl karşılaştığı hemen herkes aşağılar onu. Üstelik bir kısmı, çöldeki motelin yılan gözlü müdiresinin yaptığı gibi gülümsemesini bir tokat gibi yüzüne çarparak…
“Elveda Las Vegas” “saygı”ya dair bir film…
Alkolik ya da sokak kadını olmak aşağılanmayı gerektirmez; Ben ve Sera da birbirlerine saygılı davranırlar. Çok aşağılanmalarının da etkisiyle başkasının yaşamına müdahale etmemeyi öğrenmişlerdir, birbirlerine hoşgörü gösterirler (Zaten aşk anlamak ve bir şey istememek değil midir?). Sera’nın alkolik sevgilisine pahalı bir cep şişesi armağan etmesi gerçek aşkın içerdiği o benzersiz saygıyla açıklanabilir ancak. Kimseden görmedikleri için daha da değerlenen, başlı başına bir armağana dönüşen saygıyla…
“Elveda Las Vegas” “sevgi”ye dair bir film…
Mike Figgis uzun süredir kimsenin cesaret edemediğini yapıp sıradan insanlar arasında geçen küçük bir aşkı anlatmakla kalmaz, anlattığı, sinemanın yarattığı en güzel aşklardan birine dönüşür (Aşk belki de insanın, sevgilisi bir sokak kadını da olsa ona aşık olduğunu anladığı an “fuck” [s...k] sözcüğünü bırakıp “sleep” [yatmak] demeye başlamasıdır). Üstelik sekse hiç yer verilmeyen bir aşktır bu; sokak kadını ve her gördüğü kadına sarkan alkolik ilk ve son kez finalde sevişirler… Ayrılık sonrası buluşmanın, son konuşmanın, yalnız Las Vegas’a değil, aşka ve yaşama da veda etmenin hüznünü taşıyarak…
“Elveda Las Vegas” kara bir film…
Mike Figgis’in eseri ilk planından sonuncusuna, unutulmaz “the hole you’re in” esprisi gibi gülümsettiği yerlerde bile az görülür bir karamsarlığa sahiptir. Filmini kendi yazdığı senaryoyla, kendi yaptığı müziklerle bir keder başyapıtına dönüştüren Figgis, yönetmenliğiyle de bu özelliğin altını çizer. Yer yer adamakıllı karanlık planlar, final gibi inanılmaz duygusal sahneler yaratmakla kalmaz, -Ben’i striptiz kulübünde gördüğümüz sahnede yaptığı gibi- sesle ya da ışıkla oynayarak sahnelerin rengini daha da koyultur, duyguyu daha da artırır. “Internal Affairs / Gizli İlişkiler”in atmosferi de karadır ama “Elveda Las Vegas”ın asıl referansı, 1988’de Figgis’i dünyaya tanıtan ilk filmi “Stormy Monday / Fırtınalı Pazartesi”dir. Aynı karamsarlığı, aynı umutsuz insanları, daha güçlü bir aşk, daha derin bir hüzün duygusu ve daha usta işi bir sinemayla yeniden yaratır Figgis.
“Elveda Las Vegas” delifişek bir film…
Video klip ve reklam estetiğinin sinema filmlerini nasıl etkilediğine önemli bir örnek verir Figgis; bununla da kalmaz, bu alanlardan aldığı etkileri daha üst bir biçim yaratmakta kullanır. Aynı plan içinde kararma yapar, sahneler ve planlar arasına boş kare atar, ağır görüntüyü geleneksel kullanımından çıkarıp özel bir anlatım biçimine dönüştürür, örneğin plan ortasında ağır görüntüye geçer. Sinemanın anlatım biçimleriyle oynarken televizyon anlatım tekniklerine de girer, Sera’yı röportaj üslubuyla kameraya konuşturur, Ben’in Yuri’nin hasımlarıyla karşılaştığı sahnede de -reality show’larda yapıldığı gibi- doğal çekimi altyazıyla verir. Holivud’un kimi ürünleriyle iyice suyunu çıkardığı kamera hareketlerine işlevsel olmadıkları sürece sırt çevirip durgun planlara yaslanır. Senaryoda klasik sahne yapısının dışına epeyce yerde çıktığı gibi klasik sahneleme biçimlerine de yüz vermez, velhasıl her şeyiyle başına buyruktur.
“Elveda Las Vegas” özgür bir film…
Figgis kendini sinemanın artık yerleşmiş kurallarından bağımsızlaştırır. Öncelikle senaryosuyla: Ne intiharın, ne aşkın nedenlerine girer. Ben’in evlilik yaşamına ait bisiklet, fotoğraf, alyans ve bir replikten başka hiçbir şeyin olmadığı filmde iş yaşamını da yalnızca kovulurken gösterir. Alkol üzerine yapılmış filmlerin geleneklerine sırt çevirir, filmin Las Vegas’ta geçen bölümlerinde alkol motifini yalnızca Sera-Ben ilişkisine etkide bulunduğu noktalarda kullanır. Zaten filmde alkol olgusu aslen Ben’in kişiliğinin bir özelliği ve intiharının biçimi olarak vardır. Velhasıl Figgis seyircinin neyi, nasıl algılayacağı sorunsalının senaryo tekniğini etkileyeceği noktalara hiç aldırmaz, kendisini seyirciden de bağımsızlaştırmıştır, seyircinin beklentileri değil, projenin Figgis için değerli olan yanları şekillendirir senaryoyu. Aynı biçimde seyircinin uzun metrajlı bir sinema filminde yadırgayacağını bile bile böylesine serbest bir sinema dili kullanır.
“Elveda Las Vegas” cesur bir film…
Holivud’un artık tıkandığı, öykülerin, filmlerin birbirine fena halde benzemeye başladığı bir zaman diliminde çok klasik bir öyküyü anlatırken olduğu gibi, çok yeni bir anlatım biçimine yaslanmakla da cesurdur Figgis. Klasik içeriği güçlü bir biçimde yeniden yaratırken biçimde bunca yeni olabilmesi şaşırtıcıdır. Fakat zaten içeriğe de cesaret isteyen ekler yapmış, iki sıra dışı insanın aşkını anlatırken sıradan insanlara ve toplumsal sisteme ilişkin küçük ayrıntılara girip filmini güçlü bir toplumsal eleştiri aracına dönüştürmüştür. Sera ve Ben’in şu ya da bu biçimde ilişki kurduğu o sıradan insanları, Ben’in kaldığı oteldeki resepsiyoncuyu, Sera’nın yüzüne tükürdüğü kumarhane görevlisini birkaç küçük fırça darbesiyle çizerken, Sera ve Ben’in dışında kaldıkları toplumsal yapının gücünü ve niteliğini de gösterir: Tüm bu insanlar için aptal yaşam biçimleri çok önemlidir ve hepsinin davranışlarında dünyalarını koruma çabası ve tehditkâr bir şeyler sezinlenir…
“Elveda Las Vegas” usta işi bir film…
Filmin tümünde asıl olanı hiç kaçırmayan Figgis ayrıntılar üzerinde de egemendir, örneğin “tetikçi” rolünde kendisi ve bardaki kadın rolünde Valeria Golino başta olmak üzere küçük rollerdeki oyunculardan da inandırıcı performanslar çıkarır. Julian Sands ilk kez kendini beğendirirken Elisabeth Shue ve Nicholas Cage devleşirler. İkisi de binlerce kez abartılarak oynanmış, adeta suyu çıkarılmış rollerini tüm film boyunca gayet dengeli bir oyun tutturarak gerçekçi kılmakla kalmaz, buldukları özel oyunculuk biçimleriyle de dikkat çekerler (“Belki bu kadar nefes de almamalıyım ha Terri? Hah ha ha…”). Cage’in krize yaklaşan alkolik duruşunu nasıl bunca iyi canlandırabildiği zaten muammadır.
İyi yazılmış, iyi çekilmiş, çok iyi oynanmış olması bir yana asıl bileşimiyle değerlidir “Elveda Las Vegas”. Küçük bütçeyle çekilmiş bu büyük film, klip estetiğiyle çağdaş sinemanın anlatım biçimlerini, Amerikan anlatımıyla Avrupa duyarlılığını kaynaştırır. Bu özellikleriyle, Batı ülkelerinde yeniden doğan “kara film”in muhteşem bir örneği ve geleceğin sinemasına giden yolda önemli bir kilometre taşıdır.
Ödülleri:
En İyi Erkek Oyuncu dalında Oskar; Yönetmen, Uyarlama Senaryo, Kadın Oyuncu dallarında oskar adaylığı
Ayrıca 25 ödül ve 14 adaylık
Antrakt, Sayı: 55, Nisan 1996
(“Elveda Las Vegas: Sevgiye dair bir kara film…” başlığıyla yayımlandı)
Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas
Senaryo ve yönetim: Mike Figgis (John O’Brien’ın romanından)
Yapımcılar: Lila Cazes, Annie Stewart
Oyuncular: Nicholas Cage (Ben), Elisabeth Shue (Sera), Julian Sands (Yuri), Valeria Golino (Terri), Kim Adams (Sheila), Steven Weber (Marc), Richard Lewis (Peter)
1995 Fransa, ABD ortak yapımı; 110 dakika
Dağıtımcı firma: Umut Sanat Ürünleri/UIP
Gösterim tarihi: 1 Mart 1996
DVD firması: Palermo
16 Kasım 2011 Çarşamba
İnanmak İstiyorum
Tüm bunlarla beraber film, Carter cephesinden iki önemli haberi taşıyor: Pes etmemen, neyi ne kadar anladıysan, neye ne kadar inanıyorsan onunla yaşamaya devam etmen lazım, anlayışına ulaştığını ve (Tanrı’ya) inanmak istediğini…
IMDB: 5.9
Rotten Tomatoes: % 31
Manalı Filmler: 9.0
Doğaüstü temaların sinemaya yansımasından söz edildiğinde en başta sayacağımız isimlerden biri hiç kuşkusuz Chris Carter. 1980’lerin ortalarında çeşitli TV filmi ve dizilerinin senaristliğini yapan sanatçıyı dünya çapında ün ve saygınlığa kavuşturan eseri, “X Files-Gizli Dosyalar” oldu. 1993-2002 arasında yaklaşık 200 bölüm çekilen bu dizi, belki de tüm TV tarihinin en çok izlenen ve beğenilen çalışmalarından biriydi. “Gizli Dosyalar” devam ederken Carter, “Millenium”, “Harsh Realm” gibi başka diziler de yarattı, hatta “Gizli Dosyalar”ın bilgisayar korsanı yan karakterlerini odağa koyduğu “Lone Gunmen”i gerçekleştirdi ama bunların hiçbiri “X Files” kadar ünlü ve etkili olmadı.
“Gizli Dosyalar” iki ana koldan akan bir diziydi: Asıl hikaye, hazırlıkları süren uzaylı istilasına ilişkindi ve Carter, Amerikan devletinin de bu öykünün bir parçası olduğunu, hatta uzaylılarla işbirliği yaptığını iddia ediyordu. Belgelere dayanarak yazdığı bu bölümler, tüm dünyada yankı uyandırdı, 1998’de gerçekleştirilen ilk “X Files” sinema filmi de öyküye yeni açılımlar getirdi. Bağımsız bölümlerde ise, Batı kültüründe bilinen neredeyse tüm doğaüstü olgular işlendi.
Bir bütün olarak düşünüldüğünde “Gizli Dosyalar” dizisi, doğaüstü temaların eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde popüler olmasını sağladı, ki bu Carter’ın en büyük başarısıydı.
Gündemde olan ikinci “X Files” filmi “I Want to Believe-İnanmak İstiyorum”un aldığı olumsuz eleştiriler, bu özetle yakından ilişkili: Film, dizinin 15 yıllık tarihine sırt çeviren bir eser gibi algılandı, hayal kırıklığı büyük oldu.
Oysa bu 15 yıl, aynı zamanda Chris Carter’ın kişisel tarihiydi. İnandığı, inanmak istediği ve anlamayı arzuladığı her konuyu diziye aktarmış ve bu süreçte, insanın doğaüstüyle ilişkide yaşayabileceği her hali yaşamıştı.
Ki zaten dizinin ana karakterleri Scully ve Mulder, Carter’ın iki ayrı yönünü temsil ediyorlardı: Scully, Materyalist öğretiyle yetişmiş ve onu terk etmeye hiç niyeti olmayan, bu anlamda tipik bir Batı insanı; bilgiye ve deneye dayalı bir yöntemle dünyayı ve hayatı kavramaya çalışıyor. Mulder içinse sezgi ve inanç daha önemli ve öncelikli. Scully karşılaştığı herhangi bir öğeyi reddetme dürtüsüyle inceliyor, Mulder’sa kabullenme güdüsüyle. Bilgiyle ilişkisi bakımından Scully daha asosyal, Mulder içinse bildiği, gördüğü şeyleri başkalarına aktarmak çok önemli.
Bu açıdan bakıldığında Mulder’ın, bilgi edinmeye ve aktarmaya tutkun bir kişilik olan Chris Carter’ı daha fazla temsil ettiğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle “inanmak isteyen” Carter’ın ta kendisiydi; Fox Mulder, bilinmeyeni araştırmakta kullandığı en elverişli araç oldu…
Bu filme adını veren “İnanmak İstiyorum” cümlesi de diziden gelir. FBI’da kullandıkları odada, Mulder’ın masasına en yakın duvarda asılı olan posterde bir UFO fotoğrafı ve altında bu cümle vardır. Haliyle bu filmin de uzaylılarla ilgili olduğu sanıldı. Oysa Carter dizinin son iki bölümünde uzaylı istilası ile ilgili son cümlelerini de kurmuş, yani “o dosyayı kapatmıştı”...
Açık tek bir dosya, henüz araştırmadığı tek bir giz vardı, ki bu filmin ana konusu bu, yani: Tanrı…
Filmin yapısal çözümlemesi de bu yönü işaret ediyor: Karşımızda herhangi bir polisiye filmde rastlayabileceğimiz kadar sıradan bir hikaye var. Filmin ana öyküsünde –bir medyum Rahip’in katkıları dışında- doğaüstüyle ilişkili hiçbir şey yok. Fakat bu hikayenin ana kahramanları Mulder ve Scully… Carter’ın muradı bu hikayeyi anlatmak olsaydı, bunu başka karakterler aracılığıyla da yapabilirdi. Oysa, filmin adından, afişinden başlayarak bunun bir “X Files” öyküsü olduğunu, yani Mulder ve Scully’nin bir “gizem”in peşinden koşacaklarını söylüyor. Bununla da yetinmiyor, Scully’nin ilgilendiği bir çocuk hastayla ilgili bir yan hikaye de kullanıyor ki onda da doğaüstü bir tema yok. Her iki hikayenin ortak noktası ise, öykü kahramanlarının sevdikleri bir kişinin ölümünü engelleme çabaları…
Oysa ölüm, bazen, bir anda geliveren bir şey, FBI Ajanı Whitney’in, Mulder’ın gözü önünde ölmesi gibi… Filmde iki ölüm daha var: Rahip Joseph ve Scully’nin ameliyatı engelleyerek ölümüne yol açtığı Rus hasta… Hepsi birbirinden esrarengiz…
Tüm bu öykülerde ise sayılamayacak denli çok spiritüel tema var.
Carter’ın kişisel gelişimiyle ilgisi açısından önemli verilerden birini daha değerlendirmeye almak gerekiyor: Scully’nin “Tanrı’nın böyle yapmamı istediğini sandım” deyişini…
Tüm bunlarla beraber film, Carter cephesinden iki önemli haberi taşıyor: Pes etmemen, neyi ne kadar anladıysan, neye ne kadar inanıyorsan onunla yaşamaya devam etmen lazım, anlayışına ulaştığını ve (Tanrı’ya) inanmak istediğini…
Sözün kısası film, Carter’ın parapsikolojiden spiritüalizme geçişini müjdeliyor; o artık, kendi deyimiyle “dinsel deneyim yaşamak isteyen bir dinsiz” değil ve bundan sonra yapacakları daha da ilginç olacak.
Sinema, Ekim 2008
The X Files: I Want to Believe / Gizli Dosyalar: İnanmak İstiyorum
Yönetmen: Chris Carter
Senaryo: Frank Spotniz, Chris Carter
Yapımcılar: Frank Spotniz, Chris Carter
Oyuncular: David Duchovny ( Fox Mulder), Gillian Anderson (Dana Scully), Amanda Peet (Dakota Whitney), Billy Connolly (Rahip Joseph Crissman), Mitch Pileggi (Walter Skinner)
2008 ABD, Kanada ortak yapımı, 104 dakika
Gösterim tarihi: 12 Eylül 2008
DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox
IMDB: 5.9
Rotten Tomatoes: % 31
Manalı Filmler: 9.0
Doğaüstü temaların sinemaya yansımasından söz edildiğinde en başta sayacağımız isimlerden biri hiç kuşkusuz Chris Carter. 1980’lerin ortalarında çeşitli TV filmi ve dizilerinin senaristliğini yapan sanatçıyı dünya çapında ün ve saygınlığa kavuşturan eseri, “X Files-Gizli Dosyalar” oldu. 1993-2002 arasında yaklaşık 200 bölüm çekilen bu dizi, belki de tüm TV tarihinin en çok izlenen ve beğenilen çalışmalarından biriydi. “Gizli Dosyalar” devam ederken Carter, “Millenium”, “Harsh Realm” gibi başka diziler de yarattı, hatta “Gizli Dosyalar”ın bilgisayar korsanı yan karakterlerini odağa koyduğu “Lone Gunmen”i gerçekleştirdi ama bunların hiçbiri “X Files” kadar ünlü ve etkili olmadı.
“Gizli Dosyalar” iki ana koldan akan bir diziydi: Asıl hikaye, hazırlıkları süren uzaylı istilasına ilişkindi ve Carter, Amerikan devletinin de bu öykünün bir parçası olduğunu, hatta uzaylılarla işbirliği yaptığını iddia ediyordu. Belgelere dayanarak yazdığı bu bölümler, tüm dünyada yankı uyandırdı, 1998’de gerçekleştirilen ilk “X Files” sinema filmi de öyküye yeni açılımlar getirdi. Bağımsız bölümlerde ise, Batı kültüründe bilinen neredeyse tüm doğaüstü olgular işlendi.
Bir bütün olarak düşünüldüğünde “Gizli Dosyalar” dizisi, doğaüstü temaların eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde popüler olmasını sağladı, ki bu Carter’ın en büyük başarısıydı.
Gündemde olan ikinci “X Files” filmi “I Want to Believe-İnanmak İstiyorum”un aldığı olumsuz eleştiriler, bu özetle yakından ilişkili: Film, dizinin 15 yıllık tarihine sırt çeviren bir eser gibi algılandı, hayal kırıklığı büyük oldu.
Oysa bu 15 yıl, aynı zamanda Chris Carter’ın kişisel tarihiydi. İnandığı, inanmak istediği ve anlamayı arzuladığı her konuyu diziye aktarmış ve bu süreçte, insanın doğaüstüyle ilişkide yaşayabileceği her hali yaşamıştı.
Ki zaten dizinin ana karakterleri Scully ve Mulder, Carter’ın iki ayrı yönünü temsil ediyorlardı: Scully, Materyalist öğretiyle yetişmiş ve onu terk etmeye hiç niyeti olmayan, bu anlamda tipik bir Batı insanı; bilgiye ve deneye dayalı bir yöntemle dünyayı ve hayatı kavramaya çalışıyor. Mulder içinse sezgi ve inanç daha önemli ve öncelikli. Scully karşılaştığı herhangi bir öğeyi reddetme dürtüsüyle inceliyor, Mulder’sa kabullenme güdüsüyle. Bilgiyle ilişkisi bakımından Scully daha asosyal, Mulder içinse bildiği, gördüğü şeyleri başkalarına aktarmak çok önemli.
Bu açıdan bakıldığında Mulder’ın, bilgi edinmeye ve aktarmaya tutkun bir kişilik olan Chris Carter’ı daha fazla temsil ettiğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle “inanmak isteyen” Carter’ın ta kendisiydi; Fox Mulder, bilinmeyeni araştırmakta kullandığı en elverişli araç oldu…
Bu filme adını veren “İnanmak İstiyorum” cümlesi de diziden gelir. FBI’da kullandıkları odada, Mulder’ın masasına en yakın duvarda asılı olan posterde bir UFO fotoğrafı ve altında bu cümle vardır. Haliyle bu filmin de uzaylılarla ilgili olduğu sanıldı. Oysa Carter dizinin son iki bölümünde uzaylı istilası ile ilgili son cümlelerini de kurmuş, yani “o dosyayı kapatmıştı”...
Açık tek bir dosya, henüz araştırmadığı tek bir giz vardı, ki bu filmin ana konusu bu, yani: Tanrı…
Filmin yapısal çözümlemesi de bu yönü işaret ediyor: Karşımızda herhangi bir polisiye filmde rastlayabileceğimiz kadar sıradan bir hikaye var. Filmin ana öyküsünde –bir medyum Rahip’in katkıları dışında- doğaüstüyle ilişkili hiçbir şey yok. Fakat bu hikayenin ana kahramanları Mulder ve Scully… Carter’ın muradı bu hikayeyi anlatmak olsaydı, bunu başka karakterler aracılığıyla da yapabilirdi. Oysa, filmin adından, afişinden başlayarak bunun bir “X Files” öyküsü olduğunu, yani Mulder ve Scully’nin bir “gizem”in peşinden koşacaklarını söylüyor. Bununla da yetinmiyor, Scully’nin ilgilendiği bir çocuk hastayla ilgili bir yan hikaye de kullanıyor ki onda da doğaüstü bir tema yok. Her iki hikayenin ortak noktası ise, öykü kahramanlarının sevdikleri bir kişinin ölümünü engelleme çabaları…
Oysa ölüm, bazen, bir anda geliveren bir şey, FBI Ajanı Whitney’in, Mulder’ın gözü önünde ölmesi gibi… Filmde iki ölüm daha var: Rahip Joseph ve Scully’nin ameliyatı engelleyerek ölümüne yol açtığı Rus hasta… Hepsi birbirinden esrarengiz…
Tüm bu öykülerde ise sayılamayacak denli çok spiritüel tema var.
Carter’ın kişisel gelişimiyle ilgisi açısından önemli verilerden birini daha değerlendirmeye almak gerekiyor: Scully’nin “Tanrı’nın böyle yapmamı istediğini sandım” deyişini…
Tüm bunlarla beraber film, Carter cephesinden iki önemli haberi taşıyor: Pes etmemen, neyi ne kadar anladıysan, neye ne kadar inanıyorsan onunla yaşamaya devam etmen lazım, anlayışına ulaştığını ve (Tanrı’ya) inanmak istediğini…
Sözün kısası film, Carter’ın parapsikolojiden spiritüalizme geçişini müjdeliyor; o artık, kendi deyimiyle “dinsel deneyim yaşamak isteyen bir dinsiz” değil ve bundan sonra yapacakları daha da ilginç olacak.
Sinema, Ekim 2008
The X Files: I Want to Believe / Gizli Dosyalar: İnanmak İstiyorum
Yönetmen: Chris Carter
Senaryo: Frank Spotniz, Chris Carter
Yapımcılar: Frank Spotniz, Chris Carter
Oyuncular: David Duchovny ( Fox Mulder), Gillian Anderson (Dana Scully), Amanda Peet (Dakota Whitney), Billy Connolly (Rahip Joseph Crissman), Mitch Pileggi (Walter Skinner)
2008 ABD, Kanada ortak yapımı, 104 dakika
Gösterim tarihi: 12 Eylül 2008
DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox
13 Kasım 2011 Pazar
Koro
IMDB: 7.8
Rotten Tomatoes: % 68
Manalı Filmler: 8.5
Duygu ve müzikle dolu, sıcak ve de hayli manalı bir film…
En çok da tek bir insanın –özellikle zor durumdaki- bir grup insana yapabildiği katkıya güzel bir örnek olması açısından. “Koro” bir kişinin, içlerindeki güzelliğe seslenerek ve yeteneklerini açığa çıkarmalarına imkan sağlayarak pek çok insanı olumlu yönde değiştirmesinin mümkün olabildiğini gösteriyor.
1949, Fransa… İşsiz müzik öğretmeni Clement, gelen bir teklif üzerine –bir tür ıslahevi olan- “Yerin Dibi” adındaki okulda öğrenci mümessili olarak çalışmaya başlar. Bir tür “Hababam Sınıfı”dır okul; Clement daha ilk gün, acil önlemler almazsa zorba müdürle isyankar öğrenciler arasında kalıp un ufak olabileceğini fark eder. Çocuklara gizli gizli müzik öğretmeye başlar, bir süre sonra bir koro oluşturma talebini Müdür’e de kabul ettirmeyi başarır.
Clement’in bu çabaları öncelikle kendi işine yarar: Öğrenciler onu sevip saymaya başlar, giderek bağlanırlar. Fakat koro faaliyetinin asıl yararı çocuklara olur: Hayatta ilk kez güzel bir amaç için yaşayabileceklerini fark etmeleri, morallerini düzeltir. Bir kısmı savaş kurbanlarının öksüz ve yetim çocukları olan, yaşadıkları travmayla ilgilenecek kimseyi bulamamış bu güzel varlıklar, adım adım içlerindeki güzelliği açığa çıkarmaya başlarlar.
Haliyle bu durum okuldaki hayatı tepeden tırnağa değiştirir…
Kısa özetinden de anlaşıldığı üzere “Koro”, içine bolca müzik döşenmiş bir “Dead Poets Society / Ölü Ozanlar Derneği” yapısında ve aynen onun gibi seyircisine ilham veren yönleri çok. Bu filmde çocuklar daha küçük; bu da filmin sevimli ve sıcak atmosferine katkıda bulunuyor.
Fakat o atmosferin asıl mimarı hiç kuşkusuz Gerard Jugnot. Deneyimli oyuncu, okul dışındaki sahnelerde, özellikle umutsuz aşk hikayesine ait bölümlerde de dakik ve doğal performansıyla göz dolduruyor.
Özellikle yağmurların başladığı bu mevsim için ideal bir film “Koro”; yüreğinizi sımsıcak esintilerle dolduracağı kesin…
Ödülleri:
En İyi Yabancı Film ve Özgün Şarkı dallarında Oskar adaylığı
Ayrıca 11 ödül ve 21 adaylık.
Meraklısına:
Filmin yönetmeni Christophe Barratier aslen müzisyen, klasik gitarist olarak dünyada tanınan bir isim. “Koro” ilk uzun metrajlı filmi. Barratier 2008’de “Faubourg 36 / Paris 36” isimli bir başka kostüme müzikale daha imzasını atmış, o filmde de Jugnot ile çalışmış, o eser de Yabancı Film Oskar’ına aday gösterilmişti.
Yapıldığı yıl -9 milyona yakın seyirci çekerek- Fransa gişelerinde büyük başarı kazanan “Koro”dan sonra en ünlü Fransız oyuncularından biri haline gelen Gerard Jugnot, yönetmenlik de yapıyor. Çektiği filmler içinde en ünlüsü 2002 tarihli 2. Dünya Savaşı filmi “Monsieur Batignole”…
“Koro”yla aynı yıl Oskar için yarışan İsveç filmi “As it is in Heaven / Cennetin Müziği” de yetişkinlerin oluşturduğu bir koronun çalışmalarını ve başarısını öyküleştiriyordu.
Açık Gazete, 14 Ekim 2011
The Chorus / Les Choristes / Koro
Yönetmen: Christophe Barratier
Senaryo: Christophe Barratier, Philippe Lopes-Curval (René Wheeler ve Noël-Noël'e ait 1945 tarihli "La Cage aux rossignols" isimli senaryodan)
Yapımcılar: Arthur Cohn, Nicolas Mauvernay, Jacques Perrin
Oyuncular: Gérard Jugnot (Clément Mathieu), François Berléand (Rachin), Kad Merad (Chabert), Jean-Paul Bonnaire (La Père Maxence), Marie Bunel (Violette Morhange), Jean-Baptiste Maunier (Pierre Morhange), Maxence Perrin (Pépinot)
2005 Fransa, İsviçre, Almanya ortak yapımı, 97 dakika
DVD firması: D Productions / Medyavizyon
Rotten Tomatoes: % 68
Manalı Filmler: 8.5
Duygu ve müzikle dolu, sıcak ve de hayli manalı bir film…
En çok da tek bir insanın –özellikle zor durumdaki- bir grup insana yapabildiği katkıya güzel bir örnek olması açısından. “Koro” bir kişinin, içlerindeki güzelliğe seslenerek ve yeteneklerini açığa çıkarmalarına imkan sağlayarak pek çok insanı olumlu yönde değiştirmesinin mümkün olabildiğini gösteriyor.
1949, Fransa… İşsiz müzik öğretmeni Clement, gelen bir teklif üzerine –bir tür ıslahevi olan- “Yerin Dibi” adındaki okulda öğrenci mümessili olarak çalışmaya başlar. Bir tür “Hababam Sınıfı”dır okul; Clement daha ilk gün, acil önlemler almazsa zorba müdürle isyankar öğrenciler arasında kalıp un ufak olabileceğini fark eder. Çocuklara gizli gizli müzik öğretmeye başlar, bir süre sonra bir koro oluşturma talebini Müdür’e de kabul ettirmeyi başarır.
Clement’in bu çabaları öncelikle kendi işine yarar: Öğrenciler onu sevip saymaya başlar, giderek bağlanırlar. Fakat koro faaliyetinin asıl yararı çocuklara olur: Hayatta ilk kez güzel bir amaç için yaşayabileceklerini fark etmeleri, morallerini düzeltir. Bir kısmı savaş kurbanlarının öksüz ve yetim çocukları olan, yaşadıkları travmayla ilgilenecek kimseyi bulamamış bu güzel varlıklar, adım adım içlerindeki güzelliği açığa çıkarmaya başlarlar.
Haliyle bu durum okuldaki hayatı tepeden tırnağa değiştirir…
Kısa özetinden de anlaşıldığı üzere “Koro”, içine bolca müzik döşenmiş bir “Dead Poets Society / Ölü Ozanlar Derneği” yapısında ve aynen onun gibi seyircisine ilham veren yönleri çok. Bu filmde çocuklar daha küçük; bu da filmin sevimli ve sıcak atmosferine katkıda bulunuyor.
Fakat o atmosferin asıl mimarı hiç kuşkusuz Gerard Jugnot. Deneyimli oyuncu, okul dışındaki sahnelerde, özellikle umutsuz aşk hikayesine ait bölümlerde de dakik ve doğal performansıyla göz dolduruyor.
Özellikle yağmurların başladığı bu mevsim için ideal bir film “Koro”; yüreğinizi sımsıcak esintilerle dolduracağı kesin…
Ödülleri:
En İyi Yabancı Film ve Özgün Şarkı dallarında Oskar adaylığı
Ayrıca 11 ödül ve 21 adaylık.
Meraklısına:
Filmin yönetmeni Christophe Barratier aslen müzisyen, klasik gitarist olarak dünyada tanınan bir isim. “Koro” ilk uzun metrajlı filmi. Barratier 2008’de “Faubourg 36 / Paris 36” isimli bir başka kostüme müzikale daha imzasını atmış, o filmde de Jugnot ile çalışmış, o eser de Yabancı Film Oskar’ına aday gösterilmişti.
Yapıldığı yıl -9 milyona yakın seyirci çekerek- Fransa gişelerinde büyük başarı kazanan “Koro”dan sonra en ünlü Fransız oyuncularından biri haline gelen Gerard Jugnot, yönetmenlik de yapıyor. Çektiği filmler içinde en ünlüsü 2002 tarihli 2. Dünya Savaşı filmi “Monsieur Batignole”…
“Koro”yla aynı yıl Oskar için yarışan İsveç filmi “As it is in Heaven / Cennetin Müziği” de yetişkinlerin oluşturduğu bir koronun çalışmalarını ve başarısını öyküleştiriyordu.
Açık Gazete, 14 Ekim 2011
The Chorus / Les Choristes / Koro
Yönetmen: Christophe Barratier
Senaryo: Christophe Barratier, Philippe Lopes-Curval (René Wheeler ve Noël-Noël'e ait 1945 tarihli "La Cage aux rossignols" isimli senaryodan)
Yapımcılar: Arthur Cohn, Nicolas Mauvernay, Jacques Perrin
Oyuncular: Gérard Jugnot (Clément Mathieu), François Berléand (Rachin), Kad Merad (Chabert), Jean-Paul Bonnaire (La Père Maxence), Marie Bunel (Violette Morhange), Jean-Baptiste Maunier (Pierre Morhange), Maxence Perrin (Pépinot)
2005 Fransa, İsviçre, Almanya ortak yapımı, 97 dakika
DVD firması: D Productions / Medyavizyon
9 Kasım 2011 Çarşamba
Kader Ajanları
IMDB: 7.1
Rotten Tomatoes: % 72
Manalı Filmler: 8.0
Holivud’un gişeye yönelik yapımları arasında da mana seviyesi bakımından şaşırtıcı filmlere –artık- sıkça rastlanabiliyor, fakat “Kader Ajanları” bunlardan biri olmakla kalmıyor, eserin anlamla ilişkisi bakımından bir ölçüt de oluşturacak gibi görünüyor.
Çünkü bu film, kader/özgür irade meselesini irdeliyor.
Üstelik bu işi o kadar ciddi yapıyor ki, -senaryoyu da kendisi yazan- George Nolfi’nin müstakbel Christopher Nolan olarak selamlanmayı hak ettiğini söylemek mümkün.
Tabii ki o şapkalar biraz komik duruyor, sadece kafasında şapka olanların kapıları bir tür boyutlar arası geçit gibi kullanabilmesi, yağmurun “meleklerin” insanları görmesini zorlaştırması gibi buluşlar da öyle. Aslına bakarsanız, görünmeyen boyutlardan bazı varlıkların insanların gündelik hayatına böyle müdahale etmeleri, sürekli kontrol altında tutmaları veya düzenlemeleri fikrinin kendisi epeyce demode. Fakat neylersiniz ki Holivud’un en üst sınırı –en azından şimdilik- bu. En iyisi hikayenin o kısımlarını “fantastik” olarak görüp felsefi anlamda filmin ne söylediğine eğilmek.
Film temelde, herkes için geçerli bir “kader” olduğunu söylüyor. Fakat bu, her koşulda mutlaka aynen uygulanan bir şey değil; insanlar edimleriyle kaderlerini değiştirebiliyorlar. Daha doğrusu film bunu yapmaya cüret eden bir (senaryoya göre ilk) adamın öyküsünü anlatıyor.
Bu “ilk adam” meselesi de zaten öykünün en zayıf kısımlarından biri; insanlık başladığından beri kimsenin kendi kaderini tayin etmeye çalışmadığına, bunu ilk kez David’in yaptığına seyircinin inanması imkansız çünkü bu doğruysa David’in çok önemli, olağandışı özellikleri olması gerekir ki senaryo bu yönde herhangi bir veri içermiyor.
Tüm bu aksaklıklara rağmen, sadece büyük yazarların eserlerinde görülebilen bir güç var filmin hikayesinde, kuşkusuz bunu da Philip K. Dick’in bir öyküsünden hareket edilmiş olmasına bağlamak lazım. Dick, çok ünlü bir bilimkurgu yazarı, perdeye aktarılan eserleri arasında “Minority Report / Azınlık Raporu” ve “Blade Runner / Bıçak Sırtı” da bulunuyor. Aynen Isaac Asimov gibi Philip K. Dick de öykülerini o kadar sağlam bir temel üzerine inşa ediyor ki, yukarda belirttiğim benzer sorunlar eseri fazla yıpratmıyor. Ki aslında bu aksaklıkların Dick’ten kaynaklanmadığı çok belli, sadece filmin hikayesine temel oluşturan fikir ona ait ve o da harika.
Çünkü o fikir, tüm sanat tarihinin halli en müşkül sorunsallarından birini irdeliyor: “Yaratıcı’yı arama”… Filmde David’in sadece sevdiği kıza ulaşma çabası anlatılmıyor, kahramanımız her kim yazdıysa kaderini onunla görüşmek ve hatta onun kararlarını sorgulamak arzusu da duyuyor. İşte bu, yani bir insana böyle bir cüreti uygun görmek, korkmadan hikayeyi böyle şekillendirmek, ancak çok büyük ustaların yapabildiği bir şey.
George Nolfi ise ilerisi için umut veriyor, ilk filminde Philip K. Dick gibi çok büyük bir yazara tam manasıyla eşlik etmeyi başaramadıysa da, bu yöndeki çabası ve en azından Dick’in ağırlığı altında ezilmemiş olması takdire şayan.
Açık Gazete, 16 Eylül 2011
The Adjustment Bureau / Kader Ajanları
Senaryo ve yönetim: George Nolfi (Philip K. Dick’in "Adjustment Team" isimli öyküsünden)
Yapımcılar: Bill Carraro, Chris Moore, George Nolfi, Michael Hackett
Oyuncular: Matt Damon (David Norris), Emily Blunt (Elise Sellas), Michael Kelly (Charlie Traynor), John Slattery (Richardson), Terence Stamp (Thompson), Anthony Mackie (Harry Mitchell)
2011 ABD yapımı, 106 dakika
Gösterim tarihi: 4 Mart 2011
DVD firması: As Sanat / Universal Pictures
Rotten Tomatoes: % 72
Manalı Filmler: 8.0
Holivud’un gişeye yönelik yapımları arasında da mana seviyesi bakımından şaşırtıcı filmlere –artık- sıkça rastlanabiliyor, fakat “Kader Ajanları” bunlardan biri olmakla kalmıyor, eserin anlamla ilişkisi bakımından bir ölçüt de oluşturacak gibi görünüyor.
Çünkü bu film, kader/özgür irade meselesini irdeliyor.
Üstelik bu işi o kadar ciddi yapıyor ki, -senaryoyu da kendisi yazan- George Nolfi’nin müstakbel Christopher Nolan olarak selamlanmayı hak ettiğini söylemek mümkün.
Tabii ki o şapkalar biraz komik duruyor, sadece kafasında şapka olanların kapıları bir tür boyutlar arası geçit gibi kullanabilmesi, yağmurun “meleklerin” insanları görmesini zorlaştırması gibi buluşlar da öyle. Aslına bakarsanız, görünmeyen boyutlardan bazı varlıkların insanların gündelik hayatına böyle müdahale etmeleri, sürekli kontrol altında tutmaları veya düzenlemeleri fikrinin kendisi epeyce demode. Fakat neylersiniz ki Holivud’un en üst sınırı –en azından şimdilik- bu. En iyisi hikayenin o kısımlarını “fantastik” olarak görüp felsefi anlamda filmin ne söylediğine eğilmek.
Film temelde, herkes için geçerli bir “kader” olduğunu söylüyor. Fakat bu, her koşulda mutlaka aynen uygulanan bir şey değil; insanlar edimleriyle kaderlerini değiştirebiliyorlar. Daha doğrusu film bunu yapmaya cüret eden bir (senaryoya göre ilk) adamın öyküsünü anlatıyor.
Bu “ilk adam” meselesi de zaten öykünün en zayıf kısımlarından biri; insanlık başladığından beri kimsenin kendi kaderini tayin etmeye çalışmadığına, bunu ilk kez David’in yaptığına seyircinin inanması imkansız çünkü bu doğruysa David’in çok önemli, olağandışı özellikleri olması gerekir ki senaryo bu yönde herhangi bir veri içermiyor.
Tüm bu aksaklıklara rağmen, sadece büyük yazarların eserlerinde görülebilen bir güç var filmin hikayesinde, kuşkusuz bunu da Philip K. Dick’in bir öyküsünden hareket edilmiş olmasına bağlamak lazım. Dick, çok ünlü bir bilimkurgu yazarı, perdeye aktarılan eserleri arasında “Minority Report / Azınlık Raporu” ve “Blade Runner / Bıçak Sırtı” da bulunuyor. Aynen Isaac Asimov gibi Philip K. Dick de öykülerini o kadar sağlam bir temel üzerine inşa ediyor ki, yukarda belirttiğim benzer sorunlar eseri fazla yıpratmıyor. Ki aslında bu aksaklıkların Dick’ten kaynaklanmadığı çok belli, sadece filmin hikayesine temel oluşturan fikir ona ait ve o da harika.
Çünkü o fikir, tüm sanat tarihinin halli en müşkül sorunsallarından birini irdeliyor: “Yaratıcı’yı arama”… Filmde David’in sadece sevdiği kıza ulaşma çabası anlatılmıyor, kahramanımız her kim yazdıysa kaderini onunla görüşmek ve hatta onun kararlarını sorgulamak arzusu da duyuyor. İşte bu, yani bir insana böyle bir cüreti uygun görmek, korkmadan hikayeyi böyle şekillendirmek, ancak çok büyük ustaların yapabildiği bir şey.
George Nolfi ise ilerisi için umut veriyor, ilk filminde Philip K. Dick gibi çok büyük bir yazara tam manasıyla eşlik etmeyi başaramadıysa da, bu yöndeki çabası ve en azından Dick’in ağırlığı altında ezilmemiş olması takdire şayan.
Açık Gazete, 16 Eylül 2011
The Adjustment Bureau / Kader Ajanları
Senaryo ve yönetim: George Nolfi (Philip K. Dick’in "Adjustment Team" isimli öyküsünden)
Yapımcılar: Bill Carraro, Chris Moore, George Nolfi, Michael Hackett
Oyuncular: Matt Damon (David Norris), Emily Blunt (Elise Sellas), Michael Kelly (Charlie Traynor), John Slattery (Richardson), Terence Stamp (Thompson), Anthony Mackie (Harry Mitchell)
2011 ABD yapımı, 106 dakika
Gösterim tarihi: 4 Mart 2011
DVD firması: As Sanat / Universal Pictures
4 Kasım 2011 Cuma
Kayıp
IMDB: 7.7
Rotten Tomatoes: % 61
Manalı Filmler: 8.5
“Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir.”
Bu sözler dönemin ulusal güvenlik danışmanı, daha sonra Dışişleri Bakanı olan Henry Kissenger’a ait. ABD’nin 11 Eylül 1973’te Şili’de gerçekleştirilen askeri darbeye verdiği desteğin kanıtlarından biri.
1970 yılında, Şili’de dünyada ilk kez serbest seçimle sosyalist bir iktidar iş başına gelmişti. ABD’nin körüklediği ekonomik sorunlara rağmen Allende bir sonraki seçimden oylarını artırarak çıkınca askeri darbe için düğmeye basıldı.
1990’a kadar devam eden Pinochet iktidarının özellikle ilk yılında yüzlerce insan gözaltında kayboldu veya işkence sırasında öldü.
“Kayıp” filmi bu insanlardan birine odaklanıyor.
Gerçek bir hikaye.
Amerikalı işadamı Ed Horman’ın oğlunu aramasının öyküsü.
Bu trajik olay, kendine çok uygun bir yönetmen buldu, politik gerilim filmlerinin ustası Costa-Gavras’ın (“Music Box / Müzik Kutusu”, “Z / Ölümsüz”) çektiği film çok beğenildi.
Aslında “Kayıp” bir “tanıklık” filmi, yani Charles’ın başına gelenleri değil, eşi ve babasının onu ararken gördüğü ve duyduğu şeyleri aktarıyor. Örneğin bir oda dolusu ceset arasında Charles’ı arıyorlar, ama film o kişilerin neden ve nasıl öldürüldüklerini göstermiyor.
Buna rağmen filmin bu kadar güçlü olması çok şaşırtıcı. Etkileyiciliğini Costa-Gavras’ın ustalığı kadar Kafkaesk bir yapı kurmasına da borçlu: Filmin önemli bir bölümünde Ed ve Beth bir kısır döngü içinde dolanıp duruyor, aynı şahıslarla (örneğin Elçilik görevlileri) tekrar tekrar görüşüyor ama bir arpa boyu bile ilerleyemiyorlar.
Fakat bu süreçte duydukları dehşet verici: Örneğin “3 bin Amerikan şirketi Şili’de üretim yapıyor, bu yüzden bu bizim meselemiz” deniyor.
Film tamamlandığında Charles’ın darbeyi yapanlarla ABD arasındaki ilişkiye dair bir şeylere tanık olduğu için yok edildiği bilgisi kalıyor seyircinin belleğinde.
Tabii bir de o korkunç görüntüler: Sokak ortasında taranan veya kurşuna dizilen insanlar, koca bir stadyum dolusu tutuklu, köpek leşi gibi üst üste yığılmış cesetler.
Belli ki “kayıp” olan tek bir kişi değil, bir dönemin ruhu ve bir umut…
Ödülleri:
En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oskar; Film, Erkek Oyuncu (Lemmon) ve Kadın Oyuncu (Spacek) dallarında Oskar adaylığı.
Altın Palmiye’yi Şerif Gören’in “Yol” filmiyle paylaştı.
Ayrıca 7 ödül ve 11 adaylık.
Meraklısına:
Yıllar sonra yapılan bir DNA testi, ABD’ye yollanan cesedin Charles’a ait olmadığını ortaya çıkarmış. Eşi Joyce (filmdeki adı Beth) hala kocasının akıbetini araştırıyor.
Darbe sırasında binden fazla insanı elçilikte saklayıp sonra da gizlice ülke dışına çıkararak hayatlarını kurtaran dönemin İsveç büyükelçisi Harald Edelstam’ın öyküsü de sinemaya aktarıldı. Ulf Hultberg’in 2007’de yönettiği filmin adı: “The Black Pimpernel”. O da gayet başarılı; meraklısına öneririm...
Açık Gazete, 12 Eylül 2011
Missing / Kayıp
Senaryo ve yönetim: Costa-Gavras (Thomas Hauser’in “The Execution of Charles Horman” isimli kitabından)
Yapımcılar: Edward Lewis, Mildred Lewis
Müzik: Vangelis
Oyuncular: Jack Lemmon (Ed Horman), Sissy Spacek (Beth Horman), Melanie Mayron (Terry Simon), John Shea (Charles Horman), Charles Cioffi (Yüzbaşı Ray Tower), David Clennon (Phil Putnam), Richard Venture (Büyükelçi), Jerry Hardin (Binbaşı Sean Patrick), Richard Bradford (Andrew Babcock)
1982 ABD yapımı, 122 dakika
DVD firması: As Sanat
Rotten Tomatoes: % 61
Manalı Filmler: 8.5
“Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir.”
Bu sözler dönemin ulusal güvenlik danışmanı, daha sonra Dışişleri Bakanı olan Henry Kissenger’a ait. ABD’nin 11 Eylül 1973’te Şili’de gerçekleştirilen askeri darbeye verdiği desteğin kanıtlarından biri.
1970 yılında, Şili’de dünyada ilk kez serbest seçimle sosyalist bir iktidar iş başına gelmişti. ABD’nin körüklediği ekonomik sorunlara rağmen Allende bir sonraki seçimden oylarını artırarak çıkınca askeri darbe için düğmeye basıldı.
1990’a kadar devam eden Pinochet iktidarının özellikle ilk yılında yüzlerce insan gözaltında kayboldu veya işkence sırasında öldü.
“Kayıp” filmi bu insanlardan birine odaklanıyor.
Gerçek bir hikaye.
Amerikalı işadamı Ed Horman’ın oğlunu aramasının öyküsü.
Bu trajik olay, kendine çok uygun bir yönetmen buldu, politik gerilim filmlerinin ustası Costa-Gavras’ın (“Music Box / Müzik Kutusu”, “Z / Ölümsüz”) çektiği film çok beğenildi.
Aslında “Kayıp” bir “tanıklık” filmi, yani Charles’ın başına gelenleri değil, eşi ve babasının onu ararken gördüğü ve duyduğu şeyleri aktarıyor. Örneğin bir oda dolusu ceset arasında Charles’ı arıyorlar, ama film o kişilerin neden ve nasıl öldürüldüklerini göstermiyor.
Buna rağmen filmin bu kadar güçlü olması çok şaşırtıcı. Etkileyiciliğini Costa-Gavras’ın ustalığı kadar Kafkaesk bir yapı kurmasına da borçlu: Filmin önemli bir bölümünde Ed ve Beth bir kısır döngü içinde dolanıp duruyor, aynı şahıslarla (örneğin Elçilik görevlileri) tekrar tekrar görüşüyor ama bir arpa boyu bile ilerleyemiyorlar.
Fakat bu süreçte duydukları dehşet verici: Örneğin “3 bin Amerikan şirketi Şili’de üretim yapıyor, bu yüzden bu bizim meselemiz” deniyor.
Film tamamlandığında Charles’ın darbeyi yapanlarla ABD arasındaki ilişkiye dair bir şeylere tanık olduğu için yok edildiği bilgisi kalıyor seyircinin belleğinde.
Tabii bir de o korkunç görüntüler: Sokak ortasında taranan veya kurşuna dizilen insanlar, koca bir stadyum dolusu tutuklu, köpek leşi gibi üst üste yığılmış cesetler.
Belli ki “kayıp” olan tek bir kişi değil, bir dönemin ruhu ve bir umut…
Ödülleri:
En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oskar; Film, Erkek Oyuncu (Lemmon) ve Kadın Oyuncu (Spacek) dallarında Oskar adaylığı.
Altın Palmiye’yi Şerif Gören’in “Yol” filmiyle paylaştı.
Ayrıca 7 ödül ve 11 adaylık.
Meraklısına:
Yıllar sonra yapılan bir DNA testi, ABD’ye yollanan cesedin Charles’a ait olmadığını ortaya çıkarmış. Eşi Joyce (filmdeki adı Beth) hala kocasının akıbetini araştırıyor.
Darbe sırasında binden fazla insanı elçilikte saklayıp sonra da gizlice ülke dışına çıkararak hayatlarını kurtaran dönemin İsveç büyükelçisi Harald Edelstam’ın öyküsü de sinemaya aktarıldı. Ulf Hultberg’in 2007’de yönettiği filmin adı: “The Black Pimpernel”. O da gayet başarılı; meraklısına öneririm...
Açık Gazete, 12 Eylül 2011
Missing / Kayıp
Senaryo ve yönetim: Costa-Gavras (Thomas Hauser’in “The Execution of Charles Horman” isimli kitabından)
Yapımcılar: Edward Lewis, Mildred Lewis
Müzik: Vangelis
Oyuncular: Jack Lemmon (Ed Horman), Sissy Spacek (Beth Horman), Melanie Mayron (Terry Simon), John Shea (Charles Horman), Charles Cioffi (Yüzbaşı Ray Tower), David Clennon (Phil Putnam), Richard Venture (Büyükelçi), Jerry Hardin (Binbaşı Sean Patrick), Richard Bradford (Andrew Babcock)
1982 ABD yapımı, 122 dakika
DVD firması: As Sanat
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)