Film boyunca ilerleyen ana izlek ise “şuur”, yani yaşama ilişkin bilinç, hayatın tüm olumsuz taraflarının da farkında ve bilincinde olarak, ama saflığını yitirmeden, rastladığın her şey ve herkese şefkatle yaklaşarak yaşamak…
IMDb: 6.8
Meta Critic: % 72
Manalı Filmler: 8.0
Öncesinde 5 uzun metrajı vardı, ama Brad Anderson’ı dünyaya tanıtan “El Maquinista” (2004) oldu. Bağımsız filmler çeken bir yönetmen için rüya gibi bir projeydi “Makinist”, çok ilgi gördü, epey konuşuldu. Ve fakat ana konu, başrolü üstlenen Christian Bale oldu, rolü için 30 kilo zayıfladığı vs yazıldı çizildi, Bale’in oyunculuk başarısı geri kalan her şeyi gölgede bıraktı. Oysa “Makinist” Anderson’ın sinemasal bir dünya yaratma yeteneğini de gösteren bir filmdi. Ayrıca varoluşçuluğa ilgi duyduğu anlaşılıyor, oyuncu yönetimi, ışık, film ritmi ve kurguya olağanüstü hakimiyeti dikkat çekiyordu. Yönetmenin hayranlık duyduğu iki dev sanatçıya, Hitchcock ve Dostoyevski’ye yaptığı göndermeler de önemliydi, özellikle Dostoyevski etkisi yoğundu filmde: Bale’in canlandırdığı Trevor’ın, “Budala”yı okuduğu görülüyor, yan hikayelerden biri “Öteki”nin izinden gidiyor, suç ve vicdan azabı temalarına odaklanan ana öykü, “Suç ve Ceza”nın kalite ve lezzetine ulaşmaya çalışıyordu.
Sonuçta Anderson, çok düşük bütçeyle tipik Hitchcock eserleri yapısında bir film kurma başarısıyla ünlendi: Sıradan ve masum bir insanın kendini içinde bulduğu, sıra dışı, tehlikeli, çoğunlukla ölümcül yönleri olan, kontrol edemediği, hatta anlayamadığı, gerilimli bir maceradan sağ kurtulma çabası… 1970’lerde “Three Days of the Condor / Akbabanın Üç Günü” gibi politik gerilimler ve 80’lerde “Die Hard / Zor Ölüm” serisi gibi eserlerin öncülüğüyle bu yapı ciddi bir evrim geçirmiş, ama temel özelliği gene de değişmemişti: Maceranın kökeni “dışarısı” idi; ana kahramanımız, kendisiyle hiçbir ilişkisi olmayan, “kirli” bir dünyaya girmek zorunda kalır, birtakım kötü niyetli adamların yol açtığı bir fırtınada savrulurdu. “Makinist”in film teorisi açısından devrimci sayılması gereken yönleri, Dostoyevski temalarıyla ilişkiliydi: Macerayı başlatan dış değil, iç dünya idi, daha doğrusu “dışarıda” olup bitenlere karşı “içerde” yaşanan tepki… Ayrıca ana kahraman masum biri değil, vicdan azabından muzdarip bir anti-kahraman idi…
Yönetmenin yeni filmi “Transsiberian”, gene Hitchcock ve Dostoyevski etkileri belirgin olsa da, ilk bakışta “Makinist”e hiç benzemiyor, büyük bölümü Çin ve Rusya kırsalında ilerleyen bir trende geçen, büyük bütçeli, gösterişli macera sahnelerine de yer veren bir film var karşımızda. Öte yandan “Sibirya Ekspresi”, temaları itibarıyla, tipik bir Brad Anderson filmi…
Film hakkında kalem oynatan neredeyse herkesin “Strangers on a Train”, “A Lady Vanishes”, “North By Northwest” gibi klasik Hitchcock filmlerini anımsaması çok doğal, ama filmin “bağımsız yapım” olduğunu atlamamak gerekiyor. Dünya sinemasını yakından izleyen herkes bilir ki “Makinist” gibi bir filmi yapmayı başaran bir yönetmene Holivud’un kapıları ardına kadar açılır, hemen ertesi yıl, yüksek bütçeli ve -genelde- abuk sabuk bir gerilim-aksiyonun afişinde adına rastlanır. Brad Anderson bağımsız kalmayı tercih etti, bunun bedelini de ödedi, bir sonraki filmini gerçekleştirebilmesi yaklaşık 3 yıl sürdü ama, değerdi, özgürlüğünü koruması ve kendine özgü bir film yapması ancak bağımsız kalmasıyla mümkün olabilecekti.
Holivud, hele de başarıyla modernize edilebilmişse klasik Hitchcock yapısındaki senaryoları çekmeye hep meyillidir, ama Dostoyevski temalarıyla uzlaşması neredeyse imkansızdır. Hele de yüksek bütçeli filmlerde Holivud için hareket önemlidir, psikolojik ve felsefi derinlik sağlamak amacıyla maceranın ritminin düşürülmesine sıcak bakmaz. Anderson ise asıl bunlarla ilgileniyor: Kendi dışındaki dünyanın pisliği ve yozlaşmış kişilikleriyle karşılaşan ana karakterin nasıl değiştiği ve (küreselleşen) “kirli” dünyada nasıl var olunacağı sorunsalıyla… Verdiği röportajlarda, Ben Kingsley’in canlandırdığı Grinko karakterinin “Suç ve Ceza”daki müfettişten hareketle yaratıldığını söylüyor, zaten bu esinlenme çok belirgin, ama “Sibirya Treni”, içeriği açısından “Budala”nın temalarına daha yakın. Ve “Suç ve Ceza”nın ikinci cildine, yani “suç” değil, “ceza” kısmına, “ruhun arınması” (ve huzura kavuşma) temasına... Filmin ikinci, ana kahramanlar Roy ve Jessie’yi ilk gördüğümüz sahnesinde masumiyet ve şefkat temalarına vurgu yapılması çok anlamlı, nitekim öykünün tüm virajları Jessie’nin, -çok sonraları edindiği- etik değerlerini ve huzurunu koruma çabası, istemeden suç işlemesi ve vicdan azabı çekmesi sayesinde oluşuyor. Özellikle finalde, -hissettiği şefkatin sonucu olarak- macera sırasında epey zarar gören Abby’nin bir tür tazminat almasını sağlaması, böylece kendi kefaretini de ödemesi, yine Dostoyevski evreniyle paralellikler taşıyor. Hikayenin tüm iniş çıkışları arasında, bu saydığım temalarla beraber, tüm film boyunca ilerleyen ana izlek ise “şuur”, yani yaşama ilişkin bilinç, hayatın tüm olumsuz taraflarının da farkında ve bilincinde olarak, ama saflığını yitirmeden, rastladığın her şey ve herkese şefkatle yaklaşarak yaşamak…
Sonuç olarak Anderson’ın ilk yüksek bütçeli, ana akım filmi olan “Sibirya Ekspresi”, hem benzerlerinden bir hayli farklı, hem de her şeyiyle o kadar başarılı ki yönetmen aynı çizgiyi sürdürmeyi uygun görürse, 4-5 yıl-film sonra “tipik Anderson yapısı”ndan söz etmek mümkün olabilecek.
Sinema, Ocak 2009
Transsiberian / Sibirya Ekspresi
Yönetmen: Brad Anderson
Senaryo: Brad Anderson, Will Conroy
Yapımcılar: Julio Fernández, Todd Dagres
Oyuncular: Woody Harrelson (Roy), Emily Mortimer (Jessie), Ben Kingsley (Grinko), Kate Mara (Abby), Eduardo Noriega (Carlos)
2008 Almanya, İngiltere, İspanya, Litvanya ortak yapımı, 111 dakika Gösterim tarihi: 19 Aralık 2008
DVD firması: Rema Film / D Productions
varoluşçu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
varoluşçu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Ekim 2011 Perşembe
24 Ağustos 2010 Salı
Dehşetin Nefesi
IMDB: 7,5
Metacritic: % 62
Rotten Tomatoes: % 71
Manalı Filmler: 8,5
Gerçekle gerçeküstünün olağanüstü güzel bir sentezi; tam da ünlü “Ghost / Hayalet”in senaristine yaraşır bir ustalık gösterisi.
Vietnam gazisi Jacob, doğaüstü denebilecek olaylara tanık olmakta, bunların halüsinasyon mu, gerçek mi olduğunu bilememektedir. Savaşın ruhunda açtığı yaralar bir yana, cesaret artırması amacıyla verilmiş bazı ilaçlar yüzünden zihninin olağan işleyişini sürdüremiyor olması ihtimali de vardır. Jacob çaresizlik içinde gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışır, senaryo kahramanın savaş öncesi ve sonrası yaşantıları arasında gidip gelirken, film seyircisini düşle gerçeğin, kabuslarla sezgilerin iç içe geçtiği bir labirente çeker.
Alan Parker ve Ridley Scott’la birlikte, 90’lardan itibaren ciddi bir reform içine giren popüler anlatım tekniklerini geliştiren isimlerden biri olan yönetmen Adrian Lyne, Rubin’in bıçak sırtı senaryosunu bir görsel şölene çevirmiş. Zaman zaman hayli tedirgin edici olan atmosfer, etkili oyunculuklar, dozu ustaca ayarlanmış film ritmi, eserin diğer olumlu yönleri. Dört dörtlük bir iş olduğu içindir ki “Dehşetin Nefesi”, asıl hikayesinin ne olduğunu finale kadar gizlemeyi başarıyor.
Filmdeki her gizeme açıklık getiren o finali unutmak mümkün olsa, her izleyişinizde yine ilk seferki kadar heyecanlanacak ve büyüleneceksiniz, o duyguyu anımsıyor ve tekrar yaşamak istiyorsunuz…
Ama o finali unutmak da imkansız.
Meraklısına:
(Bu filmin asıl “mana” değeri ana cümlesinde olduğu için, filmi izlerken alacağınız zevki azaltacak bilgiler vermeden anlamı deşifre etme imkanı yok; filmi henüz izlemediyseniz bu bölümü daha sonra okumanızı öneririm)
Yazım sürecinde Rubin’in en çok yararlandığı eser, ölüm sürecinin üç aşamasını ayrıntılı olarak işleyen “Tibet’in Ölüler Kitabı” imiş. Esere göre ölüm sürecinde, ruh bedenin kısıtlamalarından ve dünya hayatının acılarından özgürleşirken, zihin yok olacağı korkusuyla dünyaya tutunmaya çalışırmış. Filmdeki, ilk bakışta “uyanık bir Holivud senaristinin hayal gücünün ürünüymüş” gibi görülebilecek gizemli gelişmeler, aslında bu ikilemi, Jacob’un özgürleşme arzusuyla yok olma korkusu arasında gidip gelmesini anlatıyor.
Dahası da var: “Ölüm gerçekleşip de zihin bağımsızlaştığında” diyor kitap, “kendi gerçekliğini yaratır, ki bu düş görmeye benzer. Bu yeni gerçeklik, kişinin başka insanlarla karşılaşmasını, bazı alanlarda aydınlanmasını, kendine ilişkin yeni bilgiler edinmesini de içerir.”
Filmin adı iki anlamlı: Kahramanımız Jacob, Vietnam’da “Ladder” (merdiven) adı verilmiş bir ilaca maruz bırakılıyor. Öte yandan İncil kaynaklı, Jacob’s Ladder diye bir kavram var: Yakup peygamberin düşlediği, yerden cennete uzanan merdiven…
Filmin başında Jacob’un trende okuduğu kitap Albert Camus’nun “Yabancı” isimli eseri ki senaryoyla tematik yakınlığı yüzünden seçilmiş (roman idamını bekleyen bir adamın hayatını gözden geçirmesi üzerine kurulu). Ayrıca “Yabancı” en ünlü varoluşçu edebiyat eserlerinden biri.
Ödülleri:
Avoriaz Fantastik Film Festivali’nde Seyirci ve Eleştirmenler Ödüllerini kazandı.
Jacob’s Ladder / Dehşetin Nefesi
Yönetmen: Adrian Lyne
Senaryo: Bruce Joel Rubin
Yapımcılar: Mario Kassar, Alan Marshall
Oyuncular: Tim Robbins (Jacob Singer), Elizabeth Pena (Jezzie), Danny Aiello (Louis), Matt Craven (Michael), Macaulay Culkin (Gabe), Pruitt Taylor Vince (Paul), Jason Alexander (Geary)
1990 ABD yapımı, 113 dakika
Gösterim tarihi: Mayıs 1991
DVD firması: A. E. Film / Saga
Metacritic: % 62
Rotten Tomatoes: % 71
Manalı Filmler: 8,5
Gerçekle gerçeküstünün olağanüstü güzel bir sentezi; tam da ünlü “Ghost / Hayalet”in senaristine yaraşır bir ustalık gösterisi.
Vietnam gazisi Jacob, doğaüstü denebilecek olaylara tanık olmakta, bunların halüsinasyon mu, gerçek mi olduğunu bilememektedir. Savaşın ruhunda açtığı yaralar bir yana, cesaret artırması amacıyla verilmiş bazı ilaçlar yüzünden zihninin olağan işleyişini sürdüremiyor olması ihtimali de vardır. Jacob çaresizlik içinde gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışır, senaryo kahramanın savaş öncesi ve sonrası yaşantıları arasında gidip gelirken, film seyircisini düşle gerçeğin, kabuslarla sezgilerin iç içe geçtiği bir labirente çeker.
Alan Parker ve Ridley Scott’la birlikte, 90’lardan itibaren ciddi bir reform içine giren popüler anlatım tekniklerini geliştiren isimlerden biri olan yönetmen Adrian Lyne, Rubin’in bıçak sırtı senaryosunu bir görsel şölene çevirmiş. Zaman zaman hayli tedirgin edici olan atmosfer, etkili oyunculuklar, dozu ustaca ayarlanmış film ritmi, eserin diğer olumlu yönleri. Dört dörtlük bir iş olduğu içindir ki “Dehşetin Nefesi”, asıl hikayesinin ne olduğunu finale kadar gizlemeyi başarıyor.
Filmdeki her gizeme açıklık getiren o finali unutmak mümkün olsa, her izleyişinizde yine ilk seferki kadar heyecanlanacak ve büyüleneceksiniz, o duyguyu anımsıyor ve tekrar yaşamak istiyorsunuz…
Ama o finali unutmak da imkansız.
Meraklısına:
(Bu filmin asıl “mana” değeri ana cümlesinde olduğu için, filmi izlerken alacağınız zevki azaltacak bilgiler vermeden anlamı deşifre etme imkanı yok; filmi henüz izlemediyseniz bu bölümü daha sonra okumanızı öneririm)
Yazım sürecinde Rubin’in en çok yararlandığı eser, ölüm sürecinin üç aşamasını ayrıntılı olarak işleyen “Tibet’in Ölüler Kitabı” imiş. Esere göre ölüm sürecinde, ruh bedenin kısıtlamalarından ve dünya hayatının acılarından özgürleşirken, zihin yok olacağı korkusuyla dünyaya tutunmaya çalışırmış. Filmdeki, ilk bakışta “uyanık bir Holivud senaristinin hayal gücünün ürünüymüş” gibi görülebilecek gizemli gelişmeler, aslında bu ikilemi, Jacob’un özgürleşme arzusuyla yok olma korkusu arasında gidip gelmesini anlatıyor.
Dahası da var: “Ölüm gerçekleşip de zihin bağımsızlaştığında” diyor kitap, “kendi gerçekliğini yaratır, ki bu düş görmeye benzer. Bu yeni gerçeklik, kişinin başka insanlarla karşılaşmasını, bazı alanlarda aydınlanmasını, kendine ilişkin yeni bilgiler edinmesini de içerir.”
Filmin adı iki anlamlı: Kahramanımız Jacob, Vietnam’da “Ladder” (merdiven) adı verilmiş bir ilaca maruz bırakılıyor. Öte yandan İncil kaynaklı, Jacob’s Ladder diye bir kavram var: Yakup peygamberin düşlediği, yerden cennete uzanan merdiven…
Filmin başında Jacob’un trende okuduğu kitap Albert Camus’nun “Yabancı” isimli eseri ki senaryoyla tematik yakınlığı yüzünden seçilmiş (roman idamını bekleyen bir adamın hayatını gözden geçirmesi üzerine kurulu). Ayrıca “Yabancı” en ünlü varoluşçu edebiyat eserlerinden biri.
Ödülleri:
Avoriaz Fantastik Film Festivali’nde Seyirci ve Eleştirmenler Ödüllerini kazandı.
Jacob’s Ladder / Dehşetin Nefesi
Yönetmen: Adrian Lyne
Senaryo: Bruce Joel Rubin
Yapımcılar: Mario Kassar, Alan Marshall
Oyuncular: Tim Robbins (Jacob Singer), Elizabeth Pena (Jezzie), Danny Aiello (Louis), Matt Craven (Michael), Macaulay Culkin (Gabe), Pruitt Taylor Vince (Paul), Jason Alexander (Geary)
1990 ABD yapımı, 113 dakika
Gösterim tarihi: Mayıs 1991
DVD firması: A. E. Film / Saga
3 Temmuz 2010 Cumartesi
Kızıl Çöl
IMDB: 7,7
Allmovie: 4,5/5 yıldız
Manalı Filmler puanı: 8,0
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 284. sırada
Atıklar yüzünden kirlenmiş bir deniz… Fabrika bacalarından püsküren siyah, hatta zehirli sarı dumanlar… Her tarafta sanayi pislikleri, atılmış öteberi… Ve tüm bunların ortasında, ölüm tehlikesi yaşadığı araba kazasından sonra dengesi bozulmuş, varoluşuna anlam bulmaya, bir şeylere tutunmaya çalışan bir genç kadın…
Büyük usta Antonioni ilk başyapıtı “L'avventura / The Adventure / Serüven”de (1960) senaryoyu Guerra ile birlikte yazmış, başrolü de Vitti’ye oynatmıştı. Ardından gelen “La Notte / Gece” (1961) ve “Eclipse / Batan Güneş”te (1962) de üçü birlikteydiler. Yönetmene dünya çapında ün ve önemli ödüller kazandıran bu eserlerde üç sanatçı da üretimlerinin doruğundaydı. “Kızıl Çöl”de küçük bir düşüş olsa da yine çok iyiler.
Andığım başyapıtların ana teması “modern toplumda yalnızlaşan, arayış içindeki bireyler”dir. Antonioni ana kahramanlarını, kuleye benzeyen, teknoloji ve sanayileşmeyle ilişkili yapılarla (fabrika bacası gibi) ilişkilendirir, geniş mekanlarda dolaştırır, böylece fiziksel açıdan küçük oluşlarını, ruhsal sıkışmışlıklarıyla birlikte vurgular… “Kızıl Çöl”ün farkı, o kahredici yalnızlığın nedenlerini irdelemesinde. Ondan fazla planda görünen fabrika artıkları dünyanın kirlenmiş olduğunu anlatıyor, beraberinde toplum ve tabii ki bireylerin ruhları da kirleniyor.
Bu temaları senaryo mükemmel işliyor, sinema tarihinin en saygın görüntü yönetmenlerinden biri olan Carlo Di Palma kamera açıları ve renk düzenlemesiyle vurguluyor ve Monica Vitti kelimelerle ifade etmenin gerçekten güç olduğu bir seviyede oynuyor.
Filmin açılış sekansının neredeyse tıpatıp aynı bir final sekansıyla bittiğini, böylece Giuliana’nın içinde debelendiği döngüyü vurguladığını da belirtelim.
Meraklısına:
Filmin doruk sahnesinde Giuliana bir denizci ile karşılaşır, adam çok net ama biraz aksanlı bir Türkçe konuşur, adamın iyi niyetli yaklaşımına rağmen birbirlerinin dilini bilmedikleri için anlaşamazlar.
Mükemmeliyetçi yönetmen tabii ki doğal görüntüye (örneğin kırlara), fabrika dumanlarına vb müdahale etmiş, kendi deyişiyle “umutsuzluk ve ölüm düşüncesini güçlendirmek” istemiş.
Antonioni’nin ilk renkli filmi.
Ödülü:
Venedik Film Festivali’nde Altın Ayı.
Red Desert / Il deserto rosso / Kızıl Çöl
Yönetmen: Michelangelo Antonioni
Senaryo: Michelangelo Antonioni, Tonino Guerra
Yapımcı: Antonio Cervi
Oyuncular: Monica Vitti (Giuliana), Richard Harris (Corrado), Carlo Chionetti (Ugo), Xenia Valderi (Linda), Rita Renoir (Emilia), Valerio Bartoleschi (Giuliana'nın oğlu Valerio)
1964 İtalya, Fransa ortak yapımı, 120 dakika.
Allmovie: 4,5/5 yıldız
Manalı Filmler puanı: 8,0
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 284. sırada
Atıklar yüzünden kirlenmiş bir deniz… Fabrika bacalarından püsküren siyah, hatta zehirli sarı dumanlar… Her tarafta sanayi pislikleri, atılmış öteberi… Ve tüm bunların ortasında, ölüm tehlikesi yaşadığı araba kazasından sonra dengesi bozulmuş, varoluşuna anlam bulmaya, bir şeylere tutunmaya çalışan bir genç kadın…
Büyük usta Antonioni ilk başyapıtı “L'avventura / The Adventure / Serüven”de (1960) senaryoyu Guerra ile birlikte yazmış, başrolü de Vitti’ye oynatmıştı. Ardından gelen “La Notte / Gece” (1961) ve “Eclipse / Batan Güneş”te (1962) de üçü birlikteydiler. Yönetmene dünya çapında ün ve önemli ödüller kazandıran bu eserlerde üç sanatçı da üretimlerinin doruğundaydı. “Kızıl Çöl”de küçük bir düşüş olsa da yine çok iyiler.
Andığım başyapıtların ana teması “modern toplumda yalnızlaşan, arayış içindeki bireyler”dir. Antonioni ana kahramanlarını, kuleye benzeyen, teknoloji ve sanayileşmeyle ilişkili yapılarla (fabrika bacası gibi) ilişkilendirir, geniş mekanlarda dolaştırır, böylece fiziksel açıdan küçük oluşlarını, ruhsal sıkışmışlıklarıyla birlikte vurgular… “Kızıl Çöl”ün farkı, o kahredici yalnızlığın nedenlerini irdelemesinde. Ondan fazla planda görünen fabrika artıkları dünyanın kirlenmiş olduğunu anlatıyor, beraberinde toplum ve tabii ki bireylerin ruhları da kirleniyor.
Bu temaları senaryo mükemmel işliyor, sinema tarihinin en saygın görüntü yönetmenlerinden biri olan Carlo Di Palma kamera açıları ve renk düzenlemesiyle vurguluyor ve Monica Vitti kelimelerle ifade etmenin gerçekten güç olduğu bir seviyede oynuyor.
Filmin açılış sekansının neredeyse tıpatıp aynı bir final sekansıyla bittiğini, böylece Giuliana’nın içinde debelendiği döngüyü vurguladığını da belirtelim.
Meraklısına:
Filmin doruk sahnesinde Giuliana bir denizci ile karşılaşır, adam çok net ama biraz aksanlı bir Türkçe konuşur, adamın iyi niyetli yaklaşımına rağmen birbirlerinin dilini bilmedikleri için anlaşamazlar.
Mükemmeliyetçi yönetmen tabii ki doğal görüntüye (örneğin kırlara), fabrika dumanlarına vb müdahale etmiş, kendi deyişiyle “umutsuzluk ve ölüm düşüncesini güçlendirmek” istemiş.
Antonioni’nin ilk renkli filmi.
Ödülü:
Venedik Film Festivali’nde Altın Ayı.
Red Desert / Il deserto rosso / Kızıl Çöl
Yönetmen: Michelangelo Antonioni
Senaryo: Michelangelo Antonioni, Tonino Guerra
Yapımcı: Antonio Cervi
Oyuncular: Monica Vitti (Giuliana), Richard Harris (Corrado), Carlo Chionetti (Ugo), Xenia Valderi (Linda), Rita Renoir (Emilia), Valerio Bartoleschi (Giuliana'nın oğlu Valerio)
1964 İtalya, Fransa ortak yapımı, 120 dakika.
12 Haziran 2010 Cumartesi
Kıyamet
Dennis Hopper'ın anısına...
IMDB: 8.6 (35. sırada)
Allmovie: 4.5/5 yıldız
Metacritic: % 90
Manalı Filmler puanı: 9.5
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 27. sırada
“İnanç ve Sanat” sitesinin listesinde 42. sırada
Görkemli delilik…
“Kıyamet” hayatta görüp görebileceğiniz en görkemli filmlerden biridir ve adeta deliliği tarif etmek üzere yapılmıştır. Belki amaç bu değildi, ama sonucun o olduğu kesin: Binlerce savaş filmi içinde savaşın nasıl bir deliliğin ürünü olduğunu sadece “Kıyamet” anlatır.
Jim Morrison’ın ölüm güzellemesi olan klasik The Doors şarkısı “The End” eşliğinde bir ormanın bombalanmasını izleriz açılış sahnesinde. Ardından Willard’ın bir otel odasında geçirmekte olduğu sinir krizini. Sheen’in gerçekten sarhoş halde, doğaçlama yaparak, rolüne kendini kaptırıp gerçek cama yumruk atarak oynadığı bu sahneler filmin ana kahramanının uçurumun kıyısında olduğunu anlatır. Yoruma göre değişir: Daha esnek kişiler “delirmek üzere” der, ahalinin çoğunluğuna göreyse Willard çoktan geçmiştir aklın sınır çizgisini…
Az sonra Willard bir başka ABD subayını, Albay Kurtz’u öldürmekle görevlendirilir. Ordunun yetkili ağızları Kurtz’un delirdiğini açıklar, yaptığı çılgınlıkların bir kısmını anlatırlar.
Böylece Willard’ın Kurtz’a doğru yolculuğu başlar: Vietnam’ı neredeyse boydan boya geçerek Kamboçya içlerine doğru…
Yolculuk boyunca karşılaştığı birbirinden renkli karakterlerin hiçbiri aklı başında görünmez, öte yandan film, “aklı başında” bir savaş filminde göremeyeceğiniz sahneleri birbiri ardına sıralayarak ilerler: O bölgede dalgalar iyi olduğu için delice bir saldırıyı göze alan sörf meraklısı Yarbay, askerlere moral olsun diye yarı çıplak dans eden Playboy kızları, onlarca yıldır işledikleri toprağı korumak için hayatlarını ortaya koyan Fransızlar, Kurtz’a gönüllü biat eden sivil foto muhabiri, şaka olsun diye yine ABD ordusuna ait bir tekneye meşale fırlatan askerler… ve alkolün, uyuşturucunun envai çeşidi…
Sonuç: ABD’nin kendisinden onlarca kat küçük bir ülkede yaşadığı “kıyamet”in resmi…
Meraklısına:
“Sabahları napalm kokusunu seviyorum”, Amerikan Film Enstitüsü tarafından sinema tarihinin en iyi 12., Premiere dergisince ise en iyi 45. repliği olarak seçildi. Derginin listesinde “Dehşet… Dehşet…” 66. sıradaydı.
Amerikan Film Enstitüsü’nün belirlemesine göre “Kıyamet”, sinema tarihinin en iyi 30. filmi. Film4’ün “Ölmeden Görmeniz Gereken 50 Film” listesinde ise 1. sırada. Empire dergisinin Tüm Zamanların En İyi 500 Filmi listesindeki yeri ise 7… Ayrıca Hollanda sinema dergisi “Skrien” tarafından 2002’de son 25 yılın en iyi filmi seçildi.
Ödülleri:
En İyi Görüntü Yönetmeni (Vittorio Storaro) ve En İyi Ses dallarında Oskar; Film, Senaryo, Yönetmen, Sanat Yönetimi, Kurgu ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Robert Duvall) dallarında Oskar adaylığı.
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ve FIPRESCI ödülleri.
Fransız Cesar, İtalyan David di Donatello ve Japon Akademisi ödüllerinde En İyi Yabancı Film.
Yönetmen, Müzik ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Robert Duvall) dallarında Altın Küre, Dram Filmi dalında Altın Küre adaylığı
En İyi Yönetmen ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Robert Duvall) dallarında BAFTA; Film, Erkek Oyuncu, Müzik, Görüntü, Kurgu, Yapım Tasarım ve Ses dallarında BAFTA adaylığı
Amerikan Yazarlar Birliği ve Amerikan Yönetmenler Birliği ödülleri.
Seçme replikler:
Willard (dış ses): “Vietnam’da yalanlar o kadar hızlı büyür ki üzerinde durabilmek için kanatların olması gerekir.”
Willard (dış ses): “Onları makineli tüfekle tarıyoruz, sonra da yara bandı veriyoruz.”
Hubert de Marais: “Biz Vietnamlılarla birlikte çalıştık, hiçbir şeyden bir şey ürettik, yarattık… Burada kalmak istiyoruz çünkü burası bize ait. Burası ailemizi bir arada tutuyor. Biz bunun için savaşıyoruz. Ama siz… siz Amerikalılar, tarihteki en büyük hiç için savaşıyorsunuz!”
Willard: “Hey asker, buranın komutanı kim?”
Asker: “Siz değil misiniz?”
Apocalypse Now Redux / Kıyamet
Yönetmen: Francis Ford Coppola; Senaryo: Francis Ford Coppola, John Milius, Michael Herr (Joseph Conrad'ın "Heart of Darkness" isimli romanından); Yapımcılar: Kim Aubry, Francis Ford Coppola; Oyuncular: Marlon Brando (Albay Kurtz), Martin Sheen (Yüzbaşı Willard), Robert Duvall (Yarbay Kilgore), Frederic Forrest (Chef), Sam Bottoms (Lance), Laurence Fishburne (Clean), Dennis Hopper (Foto muhabiri); 1979 ABD yapımı, 202 dakika; Gösterim tarihi: Şubat 1980; DVD firması: A. E. Film / Saga.
IMDB: 8.6 (35. sırada)
Allmovie: 4.5/5 yıldız
Metacritic: % 90
Manalı Filmler puanı: 9.5
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 27. sırada
“İnanç ve Sanat” sitesinin listesinde 42. sırada
Görkemli delilik…
“Kıyamet” hayatta görüp görebileceğiniz en görkemli filmlerden biridir ve adeta deliliği tarif etmek üzere yapılmıştır. Belki amaç bu değildi, ama sonucun o olduğu kesin: Binlerce savaş filmi içinde savaşın nasıl bir deliliğin ürünü olduğunu sadece “Kıyamet” anlatır.
Jim Morrison’ın ölüm güzellemesi olan klasik The Doors şarkısı “The End” eşliğinde bir ormanın bombalanmasını izleriz açılış sahnesinde. Ardından Willard’ın bir otel odasında geçirmekte olduğu sinir krizini. Sheen’in gerçekten sarhoş halde, doğaçlama yaparak, rolüne kendini kaptırıp gerçek cama yumruk atarak oynadığı bu sahneler filmin ana kahramanının uçurumun kıyısında olduğunu anlatır. Yoruma göre değişir: Daha esnek kişiler “delirmek üzere” der, ahalinin çoğunluğuna göreyse Willard çoktan geçmiştir aklın sınır çizgisini…
Az sonra Willard bir başka ABD subayını, Albay Kurtz’u öldürmekle görevlendirilir. Ordunun yetkili ağızları Kurtz’un delirdiğini açıklar, yaptığı çılgınlıkların bir kısmını anlatırlar.
Böylece Willard’ın Kurtz’a doğru yolculuğu başlar: Vietnam’ı neredeyse boydan boya geçerek Kamboçya içlerine doğru…
Yolculuk boyunca karşılaştığı birbirinden renkli karakterlerin hiçbiri aklı başında görünmez, öte yandan film, “aklı başında” bir savaş filminde göremeyeceğiniz sahneleri birbiri ardına sıralayarak ilerler: O bölgede dalgalar iyi olduğu için delice bir saldırıyı göze alan sörf meraklısı Yarbay, askerlere moral olsun diye yarı çıplak dans eden Playboy kızları, onlarca yıldır işledikleri toprağı korumak için hayatlarını ortaya koyan Fransızlar, Kurtz’a gönüllü biat eden sivil foto muhabiri, şaka olsun diye yine ABD ordusuna ait bir tekneye meşale fırlatan askerler… ve alkolün, uyuşturucunun envai çeşidi…
Sonuç: ABD’nin kendisinden onlarca kat küçük bir ülkede yaşadığı “kıyamet”in resmi…
Meraklısına:
“Sabahları napalm kokusunu seviyorum”, Amerikan Film Enstitüsü tarafından sinema tarihinin en iyi 12., Premiere dergisince ise en iyi 45. repliği olarak seçildi. Derginin listesinde “Dehşet… Dehşet…” 66. sıradaydı.
Amerikan Film Enstitüsü’nün belirlemesine göre “Kıyamet”, sinema tarihinin en iyi 30. filmi. Film4’ün “Ölmeden Görmeniz Gereken 50 Film” listesinde ise 1. sırada. Empire dergisinin Tüm Zamanların En İyi 500 Filmi listesindeki yeri ise 7… Ayrıca Hollanda sinema dergisi “Skrien” tarafından 2002’de son 25 yılın en iyi filmi seçildi.
Ödülleri:
En İyi Görüntü Yönetmeni (Vittorio Storaro) ve En İyi Ses dallarında Oskar; Film, Senaryo, Yönetmen, Sanat Yönetimi, Kurgu ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Robert Duvall) dallarında Oskar adaylığı.
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ve FIPRESCI ödülleri.
Fransız Cesar, İtalyan David di Donatello ve Japon Akademisi ödüllerinde En İyi Yabancı Film.
Yönetmen, Müzik ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Robert Duvall) dallarında Altın Küre, Dram Filmi dalında Altın Küre adaylığı
En İyi Yönetmen ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Robert Duvall) dallarında BAFTA; Film, Erkek Oyuncu, Müzik, Görüntü, Kurgu, Yapım Tasarım ve Ses dallarında BAFTA adaylığı
Amerikan Yazarlar Birliği ve Amerikan Yönetmenler Birliği ödülleri.
Seçme replikler:
Willard (dış ses): “Vietnam’da yalanlar o kadar hızlı büyür ki üzerinde durabilmek için kanatların olması gerekir.”
Willard (dış ses): “Onları makineli tüfekle tarıyoruz, sonra da yara bandı veriyoruz.”
Hubert de Marais: “Biz Vietnamlılarla birlikte çalıştık, hiçbir şeyden bir şey ürettik, yarattık… Burada kalmak istiyoruz çünkü burası bize ait. Burası ailemizi bir arada tutuyor. Biz bunun için savaşıyoruz. Ama siz… siz Amerikalılar, tarihteki en büyük hiç için savaşıyorsunuz!”
Willard: “Hey asker, buranın komutanı kim?”
Asker: “Siz değil misiniz?”
Apocalypse Now Redux / Kıyamet
Yönetmen: Francis Ford Coppola; Senaryo: Francis Ford Coppola, John Milius, Michael Herr (Joseph Conrad'ın "Heart of Darkness" isimli romanından); Yapımcılar: Kim Aubry, Francis Ford Coppola; Oyuncular: Marlon Brando (Albay Kurtz), Martin Sheen (Yüzbaşı Willard), Robert Duvall (Yarbay Kilgore), Frederic Forrest (Chef), Sam Bottoms (Lance), Laurence Fishburne (Clean), Dennis Hopper (Foto muhabiri); 1979 ABD yapımı, 202 dakika; Gösterim tarihi: Şubat 1980; DVD firması: A. E. Film / Saga.
Etiketler:
ahlak,
Coppola,
delilik,
dram,
kült film,
örselenmiş ruh,
romandan,
savaş,
savaş karşıtı,
ufuk açıcı,
varoluşçu
16 Mayıs 2010 Pazar
Solaris (1972)
IMDB: 8.0
All Movie: 5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 97
Manalı Filmler puanı: 9.1
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 230. sırada
Tarkovski’nin 12 Ocak 1972’de günlüğüne yazdıkları* çok ilginç: SSCB devlet sisteminde söz sahibi birkaç ayrı kuruluşun yetkililerinin “Solaris”le ilgili eleştirileri kendisine iletilmiş, yönetmen bunların bir kısmını günlüğüne aynen almış. 35 madde içinde, “filme Kolmogorov’dan (insanın fani doğasıyla ilgili) alıntılar koyulsun” gibi “tuhaf” talepler de var, “Kelvin’in hareket noktası toplumun hangi formuydu – sosyalizm mi, komünizm mi, kapitalizm mi?” gibi çıldırtıcı sorular da, yetkililerin filmden hiçbir şey anlamadıklarını gösteren düşünceler de… Yetkililerin Tarkovski’den temel talebi, hazır böyle bir hikayeyi çekiyorken, SSCB’nin “muhteşem” uzay çalışmalarını överek anlatmasıdır, tam da “böyle bir hikayenin” o çalışmalara o gözle bakamayacağını anlamak istemezler.
“Solaris” öncelikle bu nedenle büyük ve önemli bir filmdir. Çünkü –belki “Ivan’ın Çocukluğu” hariç- SSCB’de yapılan her Tarkovski filminde olduğu gibi yönetmen adeta imkansız denebilecek şartlarda, kasten karşısına çıkarılan pek çok engelle boğuşarak bu filmi yapmıştır. Film bittikten sonra da tüm o saçma eleştirilerle karşılaşmış, yöneticilerin filmi değiştirme taleplerine direnmeyi başarmıştır.
Aslına bakarsanız, sadece öyküsü dolayısıyla bile, böyle bir filmin SSCB’de yapılması imkansızdır: Psikolog Kris, olup bitenleri anlayıp raporlaması için Solaris’e gönderilir. Uzay üssüne vardığında oradaki görevlilerden birinin intihar ettiğini öğrenir, diğer ikisi de çok tuhaf davranmaktadırlar. İlk uyuduğunda Kris, ölmüş karısı peydah olur, uyandığında karısını yanı başında gören Kris onu tek kişilik bir roketle uzaya yollar. Fakat kadın tekrar belirir. Diğer bilim insanlarının da böyle “ziyaretçi”leri vardır. Bunlar nereden ve nasıl gelmektedirler? Solaris’te yaşayan ileri zekalı bir varlığın oraya gelen insanlarla iletişim kurmak amacıyla kaybettikleri yakınlarının “kopya”larını üretip yolladığı tezi doğru mudur? Bu önermenin doğru olup olmadığını anlamanın bir yolu var mıdır?
Ciddi varoluşçu meselelerle ilgilenen bir filmin, diyalektik materyalizm dışındaki felsefi akımlara hiç yüz vermeyen bir yönetim tarafından onaylanıp yaptırılması, herhalde Tarkovki’nin daha ilk filmiyle elde ettiği başarı ve ünle ilişkili. Başka biri söz konusu olsa “Solaris” yapılamazdı. Ama Tarkovki “Ivan’ın Çocukluğu” ile Venedik’te Altın Aslan kazanmıştı, önde gelen festivallerin yöneticileri onun yeni filmlerini almak için yarışıyorlardı, ayrıca filmler çeşitli ülkelere satılıyordu, dolayısıyla komünist yönetim Tarkovski’nin spiritüel sorularla dolu filmlerine engel olamıyor, güçlük çıkarmakla yetinmek zorunda kalıyordu.
Bu güçlükler ve bunlar yüzünden yönetmenin sürekli moralsiz çalışması “Solaris”e büyük zarar vermiştir. Buna rağmen film, sinema tarihinde özel bir yere ve öneme sahip. Bunun nedenlerini Tarkovski kendisi şöyle açıklıyor: “Babama göre ‘Solaris’ bir film değil de edebiyata eş değerde bir şeymiş. İçe dönük edebi ritmi, banal sloganlardan uzak oluşu ve anlatıda her biri spesifik bir işleve sahip bir dizi detayla dolu olmasından sanırım.” (14 Haziran’daki notu)
Ve tabii bir de bilimkurgu literatürüne katkıları yüzünden: İlk kez seyirci, içinde patlamalar, korkunç uzaylılar, insanüstü güce sahip kahramanlar olmayan bir bilimkurgu filmi gördü “Solaris”le. İlk kez seyirci, insan olmanın varoluşsal sancılarının ve kendinden üstün bir güç karşısında hissedilen ezikliğin (dünya, hayat) uzay konusunda da geçerli olabileceğini düşündü… Yazının bu noktasında filmden alınan kareleri inceleyiniz lütfen: Üstteki planda, altında pantolon olmayan kişi kahramanımız, yerdeki dünyada ölmüş karısı (Solaris’te de intihar etmiş)… Genel olarak ortam Amerikan bilimkurgu filmlerine tam ters bir anlayışla oluşturulmuş. Nitekim alttaki planda görülen salon, renkleri ve dekoru itibariyle 19. yüzyılı çağrıştırıyor. Kris ve karısının boşlukta süzülmeleri ise, filmin ana temalarıyla çok uyumlu…
“Solaris” o kadar büyüleyici, öylesine tuhaf bir çekiciliğe sahip bir film ki, Tarkovski’nin –görüntü yönetmeni Yussov’dan aktardığı anekdot insana çok inandırıcı geliyor: Filmin montajı yapılırken odaya giren insanlar ayakta durmuyor, dizlerinin üzerine çöküyorlarmış. Arkadakilerin de filmin görüntülerinden yararlanabilmesi için…
Ödülleri:
1972’de, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı, Jüri Büyük Ödülü ve FIBRESCI ödüllerine layık görüldü. Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce “En İyi Bilimkurgu Film” dalında Altın Parşömen Ödülü’ne aday gösterildi (2009).
Seçme diyaloglar:
Snaut: "Bilim mi? Saçmalık… Bu durumda vasatlık ve deha eşit derecede yararsız. Uzayı keşfetmeye ilgimiz yok. Sadece dünyayı uzayın sınırlarına kadar genişletmek istiyoruz. Başka dünyalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer dünyalara ihtiyacımız yok. Aynaya ihtiyacımız var sadece. Bir temas olsun diye debeleniyoruz ama asla olmayacak. Aptal bir çıkmazdayız çünkü aslında hem ihtiyaç duymadığımız, hem de korktuğumuz bir hedefe ulaşmaya çalışıyoruz. İnsan sadece insana ihtiyaç duyar.
Sartoris: “Sen kadın değilsin, bir insan da değilsin. Eğer bir şeyi anlamayı becerebiliyorsan, bunu anla. Hari diye biri yok artık. Öldü. Sen mekanik bir reprodüksiyonsun alt tarafı. Bir kopyasın.”
Hari: “Belki de… Ama ben… ben bir insan oluyorum. Sizin kadar derinden hissedebiliyorum. İnanın bana. Onsuz da yapabiliyorum artık. Onu seviyorum. Ben insanım”.
Kris: “Belki de sevginin nedeni olarak insanı deneyimlemek için buradayız”.
Kris: “Neden böyle işkence çekiyoruz?”
Snaut: “Bence kozmik duyularımızı kaybettik. Antik çağlarda yaşayanlar o duyguyu mükemmel anlıyordu. Neden veya amacı ne diye hiç sormadı onlar.”
Snaut: “Büyük soruları seviyorsun. Sanırım yakında bana hayatın anlamını soracaksın.”
Kris: “Dur biraz. Alaycı olma.”
Snaut: “O soru çok banaldir. İnsan mutluyken hayatın anlamı ve diğer ebedi
meselelerle nadiren ilgilenir. Bu soruları insan bir ayağı çukurdayken sormalı.”
Kris: “İyi ama, ne zaman öleceğimizi bilemeyiz. Bu yüzden telaş içindeyiz.”
Snaut: “Acele etme. En mutlu insanlar bu lanetli sorularla ilgilenmeyenlerdir.”
Kris: “Sorularımız bilme arzumuzdan kaynaklanıyor. Buna rağmen en yalın insan gerçekliğinin korunması gizemi gerektiriyor. Mutluluğun, ölümün ve hayatın gizemleri…”
Solaris / Solyaris
Yönetmen: Andrei Tarkovski; Senaryo: Fridrikh Gorenshtein, Andrei Tarkovski (Stanislaw Lem'in aynı adlı romanından); Yapımcı: Viacheslav Tarasov; Oyuncular: Natalya Bondarchuk (Hari), Donatas Banionis (Kris Kelvin), Jüri Jarvet (Dr. Snaut), Vladislav Dvorzhetsky (Henri Berton), Nikolai Grinko (Kelvin'in babası), Anatoli Solonitsin (Dr. Sartorius), Sos Sargsyan (Dr. Gibarian), Olga Barnet (Kelvin'in annesi); 1972 SSCB yapımı, 165 dakika; DVD firması: A. E. Film / Saga.
*Tarkovski’nin günlükleri ülkemizde “Zaman Zaman İçinde” adıyla yayımlandı.
Etiketler:
bilimkurgu,
dirilme,
doğaüstü,
dram,
gerçeklik,
gizem,
ikinci şans,
maddeleşme,
metafizik,
romandan,
sevilen birinin ölümü,
SSCB,
Tarkovski,
uzaylıyla iletişim,
varoluşçu,
vicdan azabı
Solaris (2002)
IMDB: 6.2
Allmovie: 4/5 yıldız
Rotten Tometoes: % 65
Manalı Filmler puanı: 7.6
Soderbergh’in diğer usta yönetmenlerden bariz bir farkı var: Farklı, hatta bazen karşıt tarz ve üslupları bir bukalemun gibi kolaylıkla yaratabilmesi/uygulayabilmesi… Örneğin “Traffic” ile “Sex, Lies, and Videotape / Seks Yalanları” hikaye, dramaturjik yaklaşım ve reji üslupları bakımından birbirine o kadar benzemezler ki, ikisinin de aynı yönetmenin elinden çıktığına inanmak zordur. Aynı şekilde Soderbergh, “Ocean” serisini çektiği gibi rahatça “Kafka”yı da yapar. Kişisel ilgi alanları da çok geniştir: “Solaris”e çekilim duyduğu gibi “Che”yi de yönetmiştir.
Bu yüzdendir ki filmografisi, hepsi teknik açıdan mükemmel, reji bakımından usta işi filmlerle doludur. İşin en ilginç tarafı, birbirinden çok farklı tür ve üsluplardaki tüm bu filmlerin tamamı için “tipik Soderbergh filmi” denebilir.
Bir Tarkovski filmini bir başka Amerikalı yönetmen uyarlasaydı, çok olumsuz şeyler düşünmek mümkün, hatta makul olacaktı. Ama kameranın arkasında Soderbergh olunca, birkaç şeyden emin olursunuz: Eserin ruhuna sadık kalacak, filmin gişe şansını artırmak için abuk sabuk değişiklikler yapmayacaktır. Tarkovski’ye azami saygı gösterecek, filmi, başka türlü de yapabileceği halde bir tür “Tarkovski rejisiyle” çekecektir. Elinden gelenin en iyisini yapacak, teknik konularda ve reji alanında mükemmelliğe ulaşacaktır.
“Solaris” tam da bunları yapan bir film. Çok başarılı Soderbergh filmlerinden biri, olasılıkla yönetmenin birkaç başyapıtından biri olarak tarihe geçecek.
Orijinaline kıyasla senaryoda birkaç değişiklik var, ki bunların en önemlisi filmin neredeyse bir saat daha kısa oluşu (Örneğin Tarkovski versiyonunda Kris’in Solaris’e varması filmin yaklaşık 50. dakikasındadır, burada ise 10. dakikada), fakat film yine düşük tempolu, dramaturjisi gevşek, yine medidatif… Solaris mürettebatı arasında geçen fikri tartışmalar azaltılmış, Chris’in babası tamamen çıkarılmış vs. Ve tabii ki bu filmde planlar tipik Tarkovski planlarına kıyasla daha kısa.
Soderbergh değişiklikleri o kadar akıllıca yapmış, ve gene filmi o kadar ustalıkla kurmuş ki, rahatlıkla bu versiyonu da bağrımıza basabiliyoruz. Çünkü bu “Solaris”, ABD’de doğmuş olsa Tarkovski’nin aynen çekebileceği biçim ve seviyede…
Meraklısına: Projeyi yönetmeye James Cameron niyetliymiş, (Allahtan ki) sonradan yapımcı olarak kalmaya karar vermiş. İlk düşünülen başrol oyuncusu Daniel Day-Lewis imiş, ama rolü kabul etmemiş.
Sloganı: İnsanın gitmeye henüz hazır olmadığı yerler vardır.
Ödülleri:
Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce En İyi Bilimkurgu Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu dallarında Satürn Ödülü’ne aday gösterildi, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarıştı.
Seçme diyaloglar:
Gibarian: “Kozmosa doğru yola çıkıyoruz. Her şeye hazırız: yalnızlığa, zorluklara, tükenmeye, hatta ölüme… Kendimizle gurur duyuyoruz. Fakat bu büyük heyecanımız aslında yapmacık. Başka dünyalar istemiyoruz. Sadece aynalar istiyoruz.”
Rheya (Chris'e): "Beni sevdiğini biliyorum. Bunu biliyorum, bunu hissettim. Ben de seni seviyorum. Bu duygu sonsuza dek içimizde yaşasın isterdim. Belki de bunu yapabileceğimiz bir yer vardır. Ama orasının dünya olmadığını biliyorum.”
Chris: “Yaşıyor muyum, yoksa öldüm mü?”
Rheya: “Artık bu şekilde düşünmemize gerek yok. Artık beraberiz. Yaptığımız her şey affedildi. Hepsi.”
Solaris
Kurgu, görüntü yönetmeni, senaryo ve yönetim: Steven Soderbergh (Stanislaw Rem’in romanından); Yapımcılar: James Cameron, Jon Landau, Rae Sanchini; Oyuncular: George Clooney (Chris Kelvin), Natascha McElhone (Rheya), Viola Davis (Gordon), Jeremy Davies (Snow), Ulrich Tukur (Gibarian); 2002 ABD yapımı, 99 dakika; Gösterim tarihi: 21 Şubat 2003; DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox
Allmovie: 4/5 yıldız
Rotten Tometoes: % 65
Manalı Filmler puanı: 7.6
Soderbergh’in diğer usta yönetmenlerden bariz bir farkı var: Farklı, hatta bazen karşıt tarz ve üslupları bir bukalemun gibi kolaylıkla yaratabilmesi/uygulayabilmesi… Örneğin “Traffic” ile “Sex, Lies, and Videotape / Seks Yalanları” hikaye, dramaturjik yaklaşım ve reji üslupları bakımından birbirine o kadar benzemezler ki, ikisinin de aynı yönetmenin elinden çıktığına inanmak zordur. Aynı şekilde Soderbergh, “Ocean” serisini çektiği gibi rahatça “Kafka”yı da yapar. Kişisel ilgi alanları da çok geniştir: “Solaris”e çekilim duyduğu gibi “Che”yi de yönetmiştir.
Bu yüzdendir ki filmografisi, hepsi teknik açıdan mükemmel, reji bakımından usta işi filmlerle doludur. İşin en ilginç tarafı, birbirinden çok farklı tür ve üsluplardaki tüm bu filmlerin tamamı için “tipik Soderbergh filmi” denebilir.
Bir Tarkovski filmini bir başka Amerikalı yönetmen uyarlasaydı, çok olumsuz şeyler düşünmek mümkün, hatta makul olacaktı. Ama kameranın arkasında Soderbergh olunca, birkaç şeyden emin olursunuz: Eserin ruhuna sadık kalacak, filmin gişe şansını artırmak için abuk sabuk değişiklikler yapmayacaktır. Tarkovski’ye azami saygı gösterecek, filmi, başka türlü de yapabileceği halde bir tür “Tarkovski rejisiyle” çekecektir. Elinden gelenin en iyisini yapacak, teknik konularda ve reji alanında mükemmelliğe ulaşacaktır.
“Solaris” tam da bunları yapan bir film. Çok başarılı Soderbergh filmlerinden biri, olasılıkla yönetmenin birkaç başyapıtından biri olarak tarihe geçecek.
Orijinaline kıyasla senaryoda birkaç değişiklik var, ki bunların en önemlisi filmin neredeyse bir saat daha kısa oluşu (Örneğin Tarkovski versiyonunda Kris’in Solaris’e varması filmin yaklaşık 50. dakikasındadır, burada ise 10. dakikada), fakat film yine düşük tempolu, dramaturjisi gevşek, yine medidatif… Solaris mürettebatı arasında geçen fikri tartışmalar azaltılmış, Chris’in babası tamamen çıkarılmış vs. Ve tabii ki bu filmde planlar tipik Tarkovski planlarına kıyasla daha kısa.
Soderbergh değişiklikleri o kadar akıllıca yapmış, ve gene filmi o kadar ustalıkla kurmuş ki, rahatlıkla bu versiyonu da bağrımıza basabiliyoruz. Çünkü bu “Solaris”, ABD’de doğmuş olsa Tarkovski’nin aynen çekebileceği biçim ve seviyede…
Meraklısına: Projeyi yönetmeye James Cameron niyetliymiş, (Allahtan ki) sonradan yapımcı olarak kalmaya karar vermiş. İlk düşünülen başrol oyuncusu Daniel Day-Lewis imiş, ama rolü kabul etmemiş.
Sloganı: İnsanın gitmeye henüz hazır olmadığı yerler vardır.
Ödülleri:
Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce En İyi Bilimkurgu Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu dallarında Satürn Ödülü’ne aday gösterildi, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarıştı.
Seçme diyaloglar:
Gibarian: “Kozmosa doğru yola çıkıyoruz. Her şeye hazırız: yalnızlığa, zorluklara, tükenmeye, hatta ölüme… Kendimizle gurur duyuyoruz. Fakat bu büyük heyecanımız aslında yapmacık. Başka dünyalar istemiyoruz. Sadece aynalar istiyoruz.”
Rheya (Chris'e): "Beni sevdiğini biliyorum. Bunu biliyorum, bunu hissettim. Ben de seni seviyorum. Bu duygu sonsuza dek içimizde yaşasın isterdim. Belki de bunu yapabileceğimiz bir yer vardır. Ama orasının dünya olmadığını biliyorum.”
Chris: “Yaşıyor muyum, yoksa öldüm mü?”
Rheya: “Artık bu şekilde düşünmemize gerek yok. Artık beraberiz. Yaptığımız her şey affedildi. Hepsi.”
Solaris
Kurgu, görüntü yönetmeni, senaryo ve yönetim: Steven Soderbergh (Stanislaw Rem’in romanından); Yapımcılar: James Cameron, Jon Landau, Rae Sanchini; Oyuncular: George Clooney (Chris Kelvin), Natascha McElhone (Rheya), Viola Davis (Gordon), Jeremy Davies (Snow), Ulrich Tukur (Gibarian); 2002 ABD yapımı, 99 dakika; Gösterim tarihi: 21 Şubat 2003; DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox
Etiketler:
bilimkurgu,
Clooney,
dirilme,
doğaüstü,
dram,
gerçeklik,
gizem,
ikinci şans,
maddeleşme,
romandan,
sevilen birinin ölümü,
Soderbergh,
uzaylıyla iletişim,
varoluşçu,
vicdan azabı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)