Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

aklı zorlayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aklı zorlayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2013 Perşembe

Bakış Açısı

Filmin yaptığı en büyük hizmet de bu: Görme hakkında düşünmemizi sağlıyor ki bu da bizi gerçeğin ne olduğu sorusuna götürüyor: “En gerçek” sandığımız şeyler bile “yapılmış” olabilir

IMDB: 6.6
Rotten Tomatoes: % 35
Manalı Filmler: 8.5


Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

“Bakış Açısı” bu cümleyi çeşitli kereler düşünmemizi sağlıyor: Örneğin Ajan Barnes meydana bakan odalardan birinde tülün kıpırdadığını görünce orada biri var sanıyoruz, sonra açık unutulmuş bir vantilatörün perdeyi oynattığı bilgisi geliyor. Film ilerliyor, bu kez de terörist grubun lideri Suarez’in uzaktan kumanda ederek o vantilatörü çalıştırdığını görüyoruz, amacı Barnes’ı meşgul etmekmiş…

Seyirci defalarca ters köşeye yatıyor, sonunda pes ediyor, filmin sunduğu gerçekliği almaya hazır hale geliyor. 

Zaten ilk kısım, gerçekliğin sunulma biçiminin seyirciye anımsatılmasına ayrılmış: TV’de izlediğimiz her haber, gerçekliğin belli kısımlarının kaydedilmesi ve tekrar düzenlenmesiyle oluşuyor, farklı biçimde düzenleyerek aynı görüntülerden (aynı gerçeklikten) farklı anlam çıkarılmasını sağlamak mümkün. Film tam olarak bunu yapacağını, çünkü gerçeğin algılanma ve aktarılma biçimleriyle ilgilendiğini ilk dakikalarında açıkça belirtiyor.

İlk bölümünde film, seyircinin TV haber programı yapımcısı Rex’le özdeşleşmesi ve -hep olduğu gibi- gördüklerini “gerçekmiş gibi” izlemesi için elinden geleni yapıyor, ama o bölüm bittiğinde, gösterdiği her şeyi başa sarıyor ve bu kez Barnes’ın bakış açısıyla izletiyor. Bu ikinci kısmı izlerken artık seyircinin Rex’le özdeşleşmesine imkan yok. Dolayısıyla film, tam 6 kez bir gerçeklik oluşturuyor ve yıkıyor, böylece seyirciyi alt üst ediyor (en azından filme “direnmeyen” kişileri).

Üstelik aynı olayı 6 ayrı “görme noktası”ndan, Rex, Ajan Barnes, İspanyol sivil polis Enrique, Amerikalı turist Howard, Başkan Ashton ve teröristlerin “ana kahraman” olduğu 6 ayrı kısa film gibi izletiyor (“Tanrısal” denen genel bakış açısıyla kotarılmış yedinci film her şeyi toparlıyor)… 

Özdeşleşmenin kurulup yıkılması şart çünkü filmi gerçekleştirenler tüm ana karakterlere eşit mesafede durmayı yeğlemiş ve bu tavrın gereğini yerine getirmişler. Diyelim ki Enrique’in ana kahraman olduğu bölümde, diğer kahramanlar da dahil olmak üzere herkes ve her şey “Enrique’in filmi”ne hizmet ediyor. 

Aynı hikayenin örneğin sadece Barnes’ın kahraman olduğu bir öyküleme tekniğiyle anlatılabileceği belli. Öyle yapılmış olsa, diyelim ki Howard’ın ifadesi alınırken onun gördükleri geriye dönüş sahneleriyle verilse (yani daha sıradan bir film yapılsa) filmi gerçekleştirenlerin işi çok kolaylaşırdı: Örneğin Ashton’ın vurulmasını, meydanın değişik bölümlerine 8-10 kamera yerleştirerek çeker, böylece aynı sahnenin değişik açı ve/veya objektifle çekilmiş 8-10 görüntüsünü elde eder, ve bunları kurguda kullanırlardı (tüm büyük bütçeli filmler böyle yapar zaten). Büyük ihtimalle bu durum Salamanca’daki Plaza Mayor’un bir benzerinin Meksika’da inşa edilmesi gibi masraflardan da kurtaracaktı yapımcıları. Fakat böyle yapsalardı, ayrı açılardan da görünse hep aynı şey oynayacaktı perdede (bir golün farklı açılardan yinelenmesi gibi).

“Bakış Açısı”nda ise her seferinde farklı görüntü var. Sadece açı değil; ışık, objektif, kullanılan film, kamera hareketi vb unsurlar farklı kılınarak, birbirinden değişik planlar elde edilmiş, seyirci üzerinde birbirinden farklı etkisi olan planlar… Örneğin Başkan’ın meydana girdiği anı içeren sahnelerde, onu alkışlayan kalabalık her seferinde aynı, ama o kişileri, seyircinin Ashton’ın başrolde olduğu bölümde sevimli, sevgi dolu, Barnes’ın gözünden gördüğünde ise şüpheli, tehditkar algılaması sağlanmış (o karakterlerin gerçekliği öyle olduğu için), hatta oyuncular kahraman ya da yan karakter olmalarına göre farklı farklı oynatılmış.

Filmin yaptığı en büyük hizmet de bu: Görme hakkında düşünmemizi sağlıyor ki bu da bizi gerçeğin ne olduğu sorusuna götürüyor: Yarın akşam TV’de ana haber bülteninde Başkan Bush’un suikaste uğradığını görürsek, belki de kendisinin değil, dublörünün öldüğü geçmeyecek mi aklımızdan? Bir sonraki Bin Ladin videosunda, ekranda tehditler savuran kişiye bakarken onun belki de bir oyuncu olduğunu, Bin Ladin diye birinin belki de var olmadığını düşünmeyecek misiniz? “Wag the Dog / Başkanın Adamları”nda anlatıldığı gibi, aynı işlemleri uygulayarak, film yapar gibi TV haberi yapılabildiğini, dolayısıyla haber sandığınız şeyin “kurmaca” olabileceğini… 

Yönetmen Pete Travis’in filmin her anında, az sonra bu izlenimi kıracağını bile bile, o plan alabildiğince gerçek görünsün diye bunca uğraşmasının nedeni de bu: “En gerçek” sandığımız şeyler bile “yapılmış” olabilir.

Tüm o “yapılmış” şeyleri aşıp “gerçeğe” ulaşması için insanın, kendi “bakış açısını” terk etmesi, filmdeki 7. bölüm gibi “Tanrısal” bakış açısına ulaşması gerek (Filmin orijinal adının vurgu yaptığı “üstünlük noktası” orası)... İşte o zaman gerçekte anlatılan hikayeye nüfuz edilebilir…

Ve bu da filmi gerçekleştirenlerin öyküsünü anlamamızı sağlar: Gerçekliği algılayış ve kabulleniş biçimine bu kadar darbe indirdiğiniz seyirci kitlesini rahatlatmadan salondan çıkaramazsınız (bu yüzden filmin son 15 dakikası adeta klişe üstüne klişe yığılıyor ve tüm “kötü”ler cezasını buluyor).

Bu ödünü verdiğiniz anda da, “farklıymış gibi görünen bir gişe filmi” damgası yersiniz. 

Ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir…

Sinema, Mayıs 2008

Vantage Point / Bakış Açısı
Yönetmen: 
Pete Travis
Senaryo: Barry Levy
Yapımcılar: Neal H. Moritz, Ricardo Del Rio Galnares
Oyuncular: Dennis Quaid (Thomas Barnes), Matthew Fox (Kent Taylor), Forest Whitaker (Howard Lewis), Bruce McGill (Phil McCullough), Edgar Ramirez (Javier), Said Taghmaoui (Suarez), Ayelet Zurer (Veronica), Zoe Saldana (Angie Jones), Sigourney Weaver (Rex Brooks), William Hurt (Başkan Ashton)
2008 ABD yapımı, 90 dakika
Gösterim tarihi: 4 Nisan 2008
DVD firması:  Tiglon / Sony Pictures Home Entertainment 

23 Ocak 2011 Pazar

Avrupa

IMDB: 7,5
Rotten Tomatoes: %83
Manalı Filmler: 9,5

Böylesi az bulunuyor…

Adeta her planında gözleriniz büyüyerek, dili ve/veya içeriği yüzünden her sahnesine hayret ederek seyrettiğiniz filmlere nadiren rastlanıyor.

Fakat “Avrupa”nın bu kadar şaşırtıcı olması normal; gelmiş geçmiş en yetenekli yönetmenlerden birinin imzasını taşıyor.

“Dogma” akımından önce Trier, araştırmaya çok meraklıydı; dilin sınırlarını zorlar, renk kullanımından montaja, mizansenden ışığa, her alanda deneylere girişir ve genellikle hayli başarılı sonuçlar elde ederdi. Örneğin tümüyle sepya çektiği ilk uzun metrajlı filmi “Element Of Crime / Suç Unsuru”nun (1984) görüntüleri o kadar etkileyicidir ki, bazı planları 20 sene sonra bile aklımızdadır. “Avrupa” gibi o film de külliyen sinema dersidir; Trier’nin olgun yaklaşımı ve azımsanamayacak yeteneği, hemen tüm sinemasal unsurlarda dikkat çeker.

Benim gibi, filmi bir bütün olarak bağrına basamayanlar bile son eseri “Anti-Christ / Deccal”ın ilk sekansının, tüm sinema tarihinin en başarılı açılışlarından biri olduğunu kabul ederler. Çünkü anadan doğma sinemacıdır Trier, musluğu açan bir el, pervaza tırmanan bir çocuk, yağmur altında bir adam gibi –hiç de maliyet gerektirmeyen- görüntülerden seyir zevki yüksek planlar çıkarmayı iyi bilir.
“Avrupa” ise Trier’in başyapıtı. Hem anlatımı, hem içeriği bakımından gerçek bir doruk noktası.

2. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış bir Avrupa’da, Alman kökenli bir Amerikalı’yı takip eden film, öncelikle spiritüel temaları bakımından dikkat çekiyor: Eser “hayata dair bilincin” önemi üzerinde duruyor. Amacının “dünyayı daha iyi, daha yaşanabilir bir yer yapmaya katkı sağlamak” olduğunu söyleyen filmin ana kahramanı, kimlerle, hangi koşullarda birlikte olduğunu idrak edememesinin bedelini ağır ödüyor.

Öte yandan film, siyasi temaları bakımından da benzersiz. ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan azami karla çıkmak için çevirdiği dolapları, kirli oyunları böylesine sergileyen başka bir film yoktur herhalde.

Zaten “Avrupa” savaşı 6 yılla sınırlı olarak ele almıyor, -Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği tarih olan- 1 Eylül 1939’dan çok önce başladığını ve resmen sona erdiği 7 Mayıs 1945’ten sonra da devam ettiğini gösteriyor. Örneğin filmin hikayesinin geçtiği dönemde Amerikalılar ülkenin önemli kurumlarını ele geçirmeye çalışırken Nazi sempatizanı Kurt Adam örgütü suikastlar düzenleyerek yeni düzene direnmeye çalışıyor.

Yine de “Avrupa”nın en çarpıcı yönü sinemasal anlatımı. Görsel açıdan o kadar şaşırtıcı ve başarılı ki filmin tamamı siyah beyaz olsa bile çok etkilenirdik. Trier ise renk kullanımında yaratıcılığın doruğunda: Rengi azami düşürüp siyah beyaza yaklaştırıyor, monokrom devam ederken beklenmedik bir anda renkli planlara geçiyor, hatta aynı plan içinde siyah beyaz ve renkli görüntüyü iç içe kullanıyor. Ayrıca aynı sahne içindeki planları zincirleme kurgulaması gibi etkili anlatım biçimleri de var. “Suç Unsuru”nu anımsatan (ama onu hayli aşan) açılış ve kapanış sekansları ile unutulmaz intihar ve suikast sahneleri filmin en dikkat çeken bölümleri.

Kaçırmayın; “Avrupa” unutabileceğiniz bir film değil…

Ödülleri:
Cannes Film Festivali Büyük Jüri Ödülü
Ayrıca 15 ödül ve 4 adaylık

Açık Gazete, 16 Nisan 2012

Europa / Zentropa / Avrupa
Yönetmen: Lars Von Trier
Senaryo: Lars von Trier, Niels Vørsel
Yapımcılar: Bo Christensen, Peter Aalbæk Jensen
Oyuncular: Jean-Marc Barr (Leopold), Barbara Sukowa (Katharina), Udo Kier (Lawrence), Ernst-Hugo Järegård (Kessler Amca), Erik Mørk (Pater), Jørgen Reenberg (Max), Eddie Constantine (Albay Harris), Max von Sydow (Anlatıcı)
1991 Danimarka, İsveç, Fransa, Almanya, İsviçre, İspanya ortak yapımı, 112 dakika
DVD firması: Palermo / Bir Film.

5 Eylül 2010 Pazar

Akıl Defteri

IMDB: 8,7 (29. sırada)
Allmovie: 4.5 yıldız
Metacritic: % 80
Manalı Filmler: 9.5

Tüm sinema tarihinden mutlaka izlenmesi gereken 100 film seçsek, “Memento” listeye girerdi. Üstelik sadece sinemasal özellikleriyle değil, “mana değeri” bakımından da…

Sigorta müfettişi Leonard’ın (Lenny) karısı öldürülmüş, aynı olayda kendisi de yaralanmış ve kısa dönemli hafızasını yitirmiştir. İntikam fikrine saplanan Lenny, kazadan önceki yaşamına ilişkin hatırladıklarına yeni edindiği (ama aklında tutamadığı) bilgileri ekleyerek karısının katilini bulmaya çalışır…

“Memento”nun bu kadar beğenilmesinin ve Nolan’ın kariyerine dev bir sıçrama yaptırmasının birkaç nedeni var, öyküleme teknikleriyle ilgili getirdiği yenilikten başlayalım (filmi izlememiş olanlara bunu anlatmak çok zor olacak, ama deneyeyim): Film uzun süre iki koldan akıyor, siyah beyaz çekilmiş olan kısım filmin bugününde ileri doğru, renkli kısım ise geriye doğru ilerliyor. Geriye derken: Sekanslar, olması gerektiği gibi doğrusal akış içinde, ama olay sırası bakımından önce gelmesi gereken sekans sonra konmuş; hepsi bu şekilde kurgulandığı için önce –filmin zamanına göre- “şimdi olanı”, sonra mesela yarım saat öncesini, sonra diyelim ki bir önceki günü izliyoruz. Bu sırada siyah beyaz kısım da ilerliyor ve bir noktada buluşuyorlar.

Bu öyküleme tekniğine “dahiyane” demek herhalde abartılı olmaz. Ayrıca senaryo zekice ve ustalıkla yazılmış, reji önceki filmlerdeki aksaklıkları artık taşımıyor ve çok olgun, oyunculuk seviyesi takdire şayan… Fakat filmi çağdaş bir klasik konumuna yükselten sadece bunlar değil; belki de içeriği, biçiminden bile çarpıcı.

Fakat içeriğin neden önemli olduğunu ifade etmek de zor. Çünkü “Başlangıç”ta olduğu gibi, bu filmde de belirsizlikler o kadar akıllıca düzenlenmiş ki, “filmin tam olarak neyi anlattığı” konusunda sadece kendi yorumunuzu geliştirebiliyorsunuz. Öne çıkan 4 yorum var ve Nolan kendi düşüncesini söylemiyor, tersine şu cümlesi biliniyor: “Bence izleyicilerin çoğu, belirsizliği kabullenmek yerine Teddy’nin anlattıklarının doğru olduğunu düşünmeyi yeğleyecekler”.

Trajedi kahramanı Lenny
Ben de o seyirci grubundanım, filmi çözecek anahtarın Teddy olduğuna inanıyorum (Bu filmin asıl “mana” değeri ana cümlesinde olduğu için, filmi izlerken alacağınız zevki azaltacak bilgiler vermeden anlamı deşifre etme imkanı yok; filmi henüz izlemediyseniz yazının devamını daha sonra okumanızı öneririm) Bu yoruma göre: Lenny aradığı kişiyi bulmuş, öldürmüş, ama bunu hatırlamadığı için aramayı (ve dolayısıyla insanları öldürmeyi) sürdürmektedir. Filmde Sammy diye anlatılan/gösterilen kişi de bizzat Lenny’dir, yani karısının ölümünden sorumludur… Nolan’a ilişkin bilgilerimiz ve kısacık görünen bir planda Lenny’nin (eşi sağken) kalbinin üstünde “yaptım” dövmesinin olması, bu yorumu “gerçekçi” kılıyor.

Nolan’ın ana temasının “gerçekliğin(in) tutsağı olan bireyler” olduğunu biliyoruz. Örneğin “Takip”teki Bill kendi bilinçsizliği yüzünden bir örümcek ağına yakalanıyor, akıllıca kurulmuş bir tuzağa… Teddy’nin söyledikleri doğruysa Lenny bir tutsak bile değil, “bir trajedi kahramanı”. Bellek kaybı ve saplantısı yüzünden onun gerçekliği bir labirent bile değil, bataklık… Ortalıkta pimi çekilmiş bir el bombası gibi dolaşıyor, “o katil” olduğuna inandığı herkesi rahatça öldürebilir. Ayrıca hayatına giren insanların birinin, Lenny’nin hastalığını kendi çıkarları için kullandığını (moteldeki görevlinin kazık atması), bir başkasının ise ona cinayet işlettiğini de görüyoruz.

Lenny’nin durumunu trajik kılan şey, vicdan azabı yüzünden gerçekliği değiştirmesi, bir yanılsama içinde yaşamaya devam etmeyi istemesi. Karısının ölümünden asıl kendisinin sorumlu olduğunu bilmesine rağmen, bunu kaldıramadığı için gerçekliği çarpıtıyor, suçu başkasına yüklüyor, hatta başından geçen öyküyü, ona tanık olmuş gibi anlatıyor. Kendini buna inandırmış…

Dahası da var: Kısa dönemli hafıza kaybı yüzünden o kişiyi öldürdüğünü de hatırlamıyor, olmayan birini aramaya devam ediyor. Yani işlediği cinayetler vicdanına yeni yük eklemiyor. Kendini gayet bilinçli olarak kandırması da...

Bu kadar da değil: Lenny sağlıklı bir beyinde de hafızanın anıları değiştirdiğini biliyor, bunu söylüyor da. Ama bu genel doğruyu, kendi özeline uygulamıyor, uygulamak istemiyor: Bellek bu şekilde çalışıyorsa, Lenny’nin kafasına darbe aldığı o geceden öncesine ilişkin hatırladıkları da doğru olmayabilir. Örneğin karısını anlattığı kadar çok sevdiğinden de kuşkulanabiliriz…

Benlik denen hapishane
Bu aşamada Nolan’ın cümlesi netleşiyor: Gerçeklik zaten belirsizliklerle dolu iken, ve hepimiz onu yorumlayarak yaşamımızı sürdürürken, en azından bazılarımız (çoğumuz?), vicdan azabı, suçluluk duygusu, takıntı, saplantı ve bağımlılık gibi nedenlerle o yarım gerçekliği de bir yanılsamaya dönüştürmeyi yeğliyor, üstelik bunu başarıyor, kendimizi hapishanelere kilitliyoruz (dışarıda özgürce dolaşan, hatta cinayet işleyenler de dahil). Kendi gerçekliğimizde tutsak oluyoruz…

Diğer ana karakterlerin hayat felsefesi ve yaşama şekilleriyle Lenny’den çok da farklı olmamaları, eserin mana değerini artırıyor. “Takip”teki Sarışın’ın, “Insomnia”daki cinayet dedektifinin, “Prestige / Prestij”deki sihirbazların Lenny gibi özel bir durumları yok, ama onların da başka takıntıları, saplantıları var. Onlar da kendi geçmişlerinin, yanlışlarının, günahlarının bedelini ödüyorlar, aynı neden hepsi için geçerli: Kendi egolarının esiri olduklarını görecek bilinç seviyesinde değiller...

Nolan –tabii ki o da yorumlardan biri ama- ilk kez “Başlangıç”ta o hapishaneden çıkmanın mümkün olabileceğini gösterdi. Ondan önceki tüm filmlerinde ana tema “esaret” olmasına rağmen, bunun hayata dair bilinçle ilişkisi de bir yan tema olarak belirdi, genişlemeye, büyümeye başladı. Bu temanın dozu “Memento”da hayli yüksek; hatta seyirciye bu temayı fark ettirme isteği çok belirgin: Örneğin Natalie “İntikam alsan bile bunu hatırlamayacaksın” diye uyardığında Lenny’nin verdiği karşılık (aşağıda), filmin en etkili, en yürek yakan yerlerinden biri. Keza Teddy onu sorularla sarsmaya, uyandırmaya çalışıyor, hatta “Sen gerçeği aramıyorsun, kendin bir gerçek yaratıyorsun” diyor.

Haklı… Çünkü Lenny uyanmak istemiyor; bazı açılardan kabusa benzese de bu rüya (yanılsama), gerçeğin kendisinden daha kolay, daha az acı verici geliyor ona. Gerçek o kadar ağır ki, yanılsamayı gerçek kabul etmek daha karlı, hatta zevkli (Karısının aynı kitabı defalarca okuması gibi)... Hele de o yanılsama Lenny’ye kendini filmlerdeki karizmatik dedektifler gibi hissetme/yaşama ve bir de ideal (intikam almak), hatta hayat amacı veriyorken…

Lenny’nin, küçücük şeylerde bile (camı tamir ettirmek gibi) yardımına koşan Teddy’ye değil de, ona yardım edeceğini sadece söyleyen Natalie’ye inanması da bu yüzden. Bir yanda karısını hatırlatan genç ve güzel bir kadın, öbür yanda onu sürekli uyandırmaya, “gerçeğe” döndürmeye çalışan, kendine yaptığı kalkanı sorularıyla incelten, egosunun tuzaklarını ona sürekli hatırlatan Teddy… Kimin yok olması gerektiği çok açık; Teddy yaşamaya devam ederse, eninde sonunda Lenny’nin elinden o mutluluğu alacak, onu gerçeğe uyandıracak…

Asıl trajik olan da bu: Kendi yarattığı hapishanede kendini tutsak etmekten zevk almak, çıkar sağlamak…

Asıl büyüklük ise şu: Tüm film insanın aslında ne kadar geniş boyutlu, ne kadar karmaşık bir varlık olduğu üzerine kuruluyken, baş kahramanın, insanları birkaç kelimeye indirgeyen notlar aracılığıyla hayata tutunmaya çalıştığını göstermek…

Ödülleri:
En İyi Senaryo ve Kurgu dallarında Oskar adaylığı
Ayrıca 42 ödül, 32 adaylık

Meraklısına notlar:
Nolan’ın belleğin anıları değiştirdiğini geniş kitlelere duyurmasını çok önemsiyorum. Bu konu NTV Bilim dergisinin Eylül 2009 tarihli sayısında geniş yer almıştı. (Ayrıca bakınız: Özkök’ün yazısı)

Filmi ilk kez görecekseniz veya bu yazı yeniden izleme arzunuzu uyandırdıysa, “Memento”dan hemen önce “Citizen Kane / Yurttaş Kane”i izlemenizi öneririm.

Filmin içeriği, özellikle yanılsama ile vicdan azabı arasındaki ilişki ilginizi çekiyorsa “Shutter Island / Zindan Adası” ve “The Machinist / Makinist”i de izlemenizde yarar olacaktır.

İleri okuma için:
“Rüyalar gerçek olsa”

Seçme replikler:
Lenny (fotoğraftaki not): Natalie. O da birini kaybetmiş. Sana yardım edecek.

Natalie: Ama intikam alsan bile bunu hatırlamayacaksın ki. Hatta o işin bittiğini bile bilmeyeceksin.
Lenny: Karım bu intikamı hak ediyor. Benim bilip bilmemem bir şeyi değiştirmez. Hatırlayamadığım şeylerin olması yaptıklarımı anlamsız kılmaz. Dünya gözlerini kapattığın anda kaybolmuyor, değil mi?..

Lenny: Ne kadar zamandır yalnız olduğumu bilmeden yatıyorum burada. Öyleyse nasıl iyileşebilirim? İyileşmem nasıl beklenebilir ki… zamanı hissedemezken…

Teddy: Bir adamın hayatını küçük notlarına ve resimlerine bağlayamazsın.
Lenny: Neden olmasın?
Teddy: Çünkü notların güvenilmez olabilir.
Lenny: Hafıza güvenilir değildir.
Teddy: Aa, lütfen...
Lenny: Gerçekten. Bellek mükemmel değildir. İyi bile değildir. Polise sor. Görgü tanıklarının ifadeleri güvenilmezdir. Polisler bir katili, oturup bir şeyler hatırlayarak yakalamazlar. Olguları toplar, inceler, sonuca varırlar.
Teddy: Bunu kastetmiyorum.
Lenny: Olgular ve gerçekler… Bellek değil… İşte böyle araştırma yaparsın. Biliyorum, eskiden ben de yapıyordum. Hafıza bir odanın şeklini değiştirebilir, bir arabanın rengini değiştirebilir. Ve anıları çarpıtmak mümkün. Hafıza bir yorumdur sadece, kayıt değildir. Olgular elindeyse, anıların bir önemi yoktur.

Lenny (dış ses): Hepimizin bize kim olduğumuzu hatırlatacak aynalara ihtiyacı var.
Ben farklı değilim.

Lenny: Ne gibi?
Teddy: Bu elbiseye, bu arabaya nasıl sahip olduğun gibi?
Lenny: Param var.
Teddy: Nereden?
Lenny: Karımın ölümünden. Sigorta işindeydim zaten, iyi korunuyorduk.
Teddy: Yani yas tutarken bir Jaguar almakla uğraştın, öyle mi? (Lenny yanıt veremez) Hiçbir fikrin yok, değil mi? Kim olduğunu bile bilmiyorsun.
Lenny: Evet, biliyorum. Hafızamı kaybetmedim. O olaya kadar olan her şeyi hatırlıyorum. Adım Leonard Shelby. San Francisco'luyum.
Teddy: O eskidendi... Kim olduğunu bilmiyorsun. Olaydan sonra neye dönüştüğünü bilmiyorsun. Ortalıkta dedektif pozlarında dolaşıyorsun. Olayın ne kadar zaman önce olduğunu bile bilmiyorsun (…) Sigorta satarken de özel tasarlanmış takımlar mı giyiyordun?
Lenny: Sigorta satmıyordum, araştırıyordum.
Teddy: Doğru, doğru. Sen araştırmacısın... Belki de kendini araştırmaya başlamalısın.
Lenny (alaycı): Tavsiyen için teşekkürler.

Lenny (dış ses): Sence çözmek gereken bir yapboz daha ister miyim? Bir başka John G.’yi aramayı?.. Sen de John G.’sin. Öyleyse benim aradığım John G. de olabilirsin... Mutlu olmak için kendime yalan mı söyleyeceğim? Konu sensen Teddy… evet, söyleyeceğim.

Memento / Akıl Defteri
Senaryo ve yönetim: Christopher Nolan (Jonathan Nolan'ın "Memento Mori" isimli kısa hikayesinden)
Yapımcılar: Jennifer Todd, Suzanne Todd
Oyuncular: Guy Pearce (Leonard), Carrie-Anne Moss (Natalie), Joe Pantoliano (Teddy Gammell), Stephen Tobolowsky (Sammy), Mark Boone Junior (Burt), Jorja Fox (Leonard'ın karısı),
2000, ABD yapımı, 113 dakika
Gösterim Tarihi: 27 Temmuz 2001
DVD firması: Palermo

24 Ağustos 2010 Salı

Dehşetin Nefesi

IMDB: 7,5
Metacritic: % 62
Rotten Tomatoes: % 71
Manalı Filmler: 8,5

Gerçekle gerçeküstünün olağanüstü güzel bir sentezi; tam da ünlü “Ghost / Hayalet”in senaristine yaraşır bir ustalık gösterisi.

Vietnam gazisi Jacob, doğaüstü denebilecek olaylara tanık olmakta, bunların halüsinasyon mu, gerçek mi olduğunu bilememektedir. Savaşın ruhunda açtığı yaralar bir yana, cesaret artırması amacıyla verilmiş bazı ilaçlar yüzünden zihninin olağan işleyişini sürdüremiyor olması ihtimali de vardır. Jacob çaresizlik içinde gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışır, senaryo kahramanın savaş öncesi ve sonrası yaşantıları arasında gidip gelirken, film seyircisini düşle gerçeğin, kabuslarla sezgilerin iç içe geçtiği bir labirente çeker.

Alan Parker ve Ridley Scott’la birlikte, 90’lardan itibaren ciddi bir reform içine giren popüler anlatım tekniklerini geliştiren isimlerden biri olan yönetmen Adrian Lyne, Rubin’in bıçak sırtı senaryosunu bir görsel şölene çevirmiş. Zaman zaman hayli tedirgin edici olan atmosfer, etkili oyunculuklar, dozu ustaca ayarlanmış film ritmi, eserin diğer olumlu yönleri. Dört dörtlük bir iş olduğu içindir ki “Dehşetin Nefesi”, asıl hikayesinin ne olduğunu finale kadar gizlemeyi başarıyor.

Filmdeki her gizeme açıklık getiren o finali unutmak mümkün olsa, her izleyişinizde yine ilk seferki kadar heyecanlanacak ve büyüleneceksiniz, o duyguyu anımsıyor ve tekrar yaşamak istiyorsunuz…

Ama o finali unutmak da imkansız.

Meraklısına:
(Bu filmin asıl “mana” değeri ana cümlesinde olduğu için, filmi izlerken alacağınız zevki azaltacak bilgiler vermeden anlamı deşifre etme imkanı yok; filmi henüz izlemediyseniz bu bölümü daha sonra okumanızı öneririm)
Yazım sürecinde Rubin’in en çok yararlandığı eser, ölüm sürecinin üç aşamasını ayrıntılı olarak işleyen “Tibet’in Ölüler Kitabı” imiş. Esere göre ölüm sürecinde, ruh bedenin kısıtlamalarından ve dünya hayatının acılarından özgürleşirken, zihin yok olacağı korkusuyla dünyaya tutunmaya çalışırmış. Filmdeki, ilk bakışta “uyanık bir Holivud senaristinin hayal gücünün ürünüymüş” gibi görülebilecek gizemli gelişmeler, aslında bu ikilemi, Jacob’un özgürleşme arzusuyla yok olma korkusu arasında gidip gelmesini anlatıyor.
Dahası da var: “Ölüm gerçekleşip de zihin bağımsızlaştığında” diyor kitap, “kendi gerçekliğini yaratır, ki bu düş görmeye benzer. Bu yeni gerçeklik, kişinin başka insanlarla karşılaşmasını, bazı alanlarda aydınlanmasını, kendine ilişkin yeni bilgiler edinmesini de içerir.”

Filmin adı iki anlamlı: Kahramanımız Jacob, Vietnam’da “Ladder” (merdiven) adı verilmiş bir ilaca maruz bırakılıyor. Öte yandan İncil kaynaklı, Jacob’s Ladder diye bir kavram var: Yakup peygamberin düşlediği, yerden cennete uzanan merdiven…

Filmin başında Jacob’un trende okuduğu kitap Albert Camus’nun “Yabancı” isimli eseri ki senaryoyla tematik yakınlığı yüzünden seçilmiş (roman idamını bekleyen bir adamın hayatını gözden geçirmesi üzerine kurulu). Ayrıca “Yabancı” en ünlü varoluşçu edebiyat eserlerinden biri.

Ödülleri:
Avoriaz Fantastik Film Festivali’nde Seyirci ve Eleştirmenler Ödüllerini kazandı.

Jacob’s Ladder / Dehşetin Nefesi
Yönetmen: Adrian Lyne
Senaryo: Bruce Joel Rubin
Yapımcılar: Mario Kassar, Alan Marshall
Oyuncular: Tim Robbins (Jacob Singer), Elizabeth Pena (Jezzie), Danny Aiello (Louis), Matt Craven (Michael), Macaulay Culkin (Gabe), Pruitt Taylor Vince (Paul), Jason Alexander (Geary)
1990 ABD yapımı, 113 dakika
Gösterim tarihi: Mayıs 1991
DVD firması: A. E. Film / Saga