Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

kıssa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kıssa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ekim 2012 Salı

Rüya

Budizm’e göre insanlar asıl hayatlarını, “geldikleri ve sonunda gidecekleri” alemde yaşıyorlar, gerçek özgürlük orada mümkün. O özgürlüğe burada ulaşmanın tek yolu var: Başta benlik bağımlılığı olmak üzere tüm zincirlerden kurtulup aydınlanmak, “uyanmak”
IMDB: 6,5
Manalı Filmler: 9,0

Kim Ki Duk yine kıssa tadında ve etkisinde bir film yapmış... “Dream”, herhangi bir ülkede, herhangi iki kişi arasında geçebilecek bir öykü anlatıyor. Yapısı ve işlediği temalar dolayısıyla yönetmenin 2003’te kotardığı “Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring / İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve İlkbahar”a çok benziyor… O filmdeki tanımlamayla söylersek “dini olmayan” (seküler) toplumsal yapı içinde, aşkı, (sevginin değil) aşkın yol açtığı bağımlılık halini irdeleyen bir film… Dolayısıyla “İlkbahar…”daki Yaşlı Rahip’in şu cümlesi, “Rüya”nın karakterleri için de geçerli: “Şehvet sahiplenme arzusunu, o da öldürme güdüsünü uyandırır”…

Erkek onu terk eden sevgilisine aşkını/özlemini yansıtan düşler görüyor. Kız ise uyurgezer, Erkek’in rüyalarını yaşıyor, nefret ettiğini söylediği, terk ettiği eski sevgilisinin evine gidiyor, onunla sevişiyor vs... Kız’ın Doktoru aralarındaki bağa dikkat çekiyor, hatta “Siz Bir’siniz” diyor ve sevgili olmalarını öneriyor. Erkek hala eski kız arkadaşını sevdiğini belirtiyor, Kız da istemiyor. Birlikte olmak yerine, Erkek’in rüyalarına ve/veya Kız’ın bilinçsiz eylemlerine bir son vermeye çalışıyorlar. Aynı mekanda nöbetleşe uyumaktan, Erkek’i uyanık tutmaya veya Kız uykusunda gidemesin diye kelepçe kullanmaya kadar varan hiçbir yöntem, sürüklendikleri trajik sonu engelleyemiyor. Önce cinayet geliyor ve ardından insanın kendine uygulayabileceği en büyük şiddet eylemi…

İsimleri kullanmadan özetleyince, hikayenin, hemen her dinsel kültürde rastlanan, fakat özellikle Budizm’de çok yaygın olan küçük öykülerle benzerliği daha iyi anlaşılıyor. Belirli ahlaki veya dini davranış biçimlerini, erdemleri veya ilkeleri insanlara aktarmak için kullanılan örnek hikayelerle aynı yapıda; seyircinin “hisse” çıkarması için ustaca düzenlenmiş, sinema filmi formatında bir “kıssa”…

Kim Ki-Duk, -artık- çok usta bir senarist ve yönetmen olduğu içindir ki, elindeki formatın imkanlarından (örneğin sürenin uzun oluşundan) yararlanarak filmini “kıssalar resmi geçidine” dönüştürmeyi başarıyor. Kıssa, yapısı gereği felsefi bir meseleyi işlediğinden, aşkla ve ikili ilişkilerle ilgili çok sayıda kıssa üretmek ve bunları anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde düzenleyebilmek hiç de kolay bir iş değil. Tüm bu kıssaları artarda dizerek, hem Budizm’deki “özgürlük” kavramına, hem de kendi film teorisine uygun bir “ana kıssa” kurması ise gerçekten inanılması güç bir başarı.

Kim Ki-Duk’un, çeşitli röportajlarında da dile getirdiği kişisel film anlayışını, Doktor kelimelere döküyor: “Siyah ve beyaz aynıdır”. Yani “karşıt” olarak algıladığımız her şey (kadın ve erkek, ışık ve karanlık vs) aslında tek bir şeyin iki veçhesidir, biri olmadan, diğeri de var olamaz... Her veçhe “karşıtını” da içinde barındırır, ihanete uğrayan aldatmaya, terk edilen terk etmeye yakındır, birinden ötekine dönüşebilir. Filmin ilk bölümlerinde Kız’ın kostümünde ve evinin dekorasyonunda beyaz, Erkek’inkilerde ise siyahı kullanan yönetmen, hikayenin en ciddi yol ayrımında (tarladaki dörtlü sahne) ana karakterleri bu kez ters renklerde giydirerek, özetlemeye çalıştığım “bir ve aynı olma” özelliğini perdeye renklerle de yansıtıyor.

Ayrıca Budist literatürde beyaz renk bilgeliğin, siyah ise şefkatin simgesi. Dolayısıyla o replik, bilgelik ve şefkatin aynı olduklarını da vurguluyor. Şu da doğru: Bilgelik azsa, şefkat de azdır… Yani: Her kim ki öfke, nefret vb şefkate karşıt duygularla doludur, o kişi, bilgelikten de yoksundur, yani “hayat cahili”dir.

Aynen Erkek ve Kız gibi… Doktor’un sunduğu bilgeliği anlamaya bile çalışmıyor, kendi çözümleri işe yaramadığında ise birbirlerini suçluyor ve yönetmeye kalkışıyorlar: “Hala bu fotoğrafları atamadığın için eski sevgilini rüyalarında görüyorsun” vb eleştirel replikler havada uçuşurken, birbirlerine uygulanması imkansız emirler vermekten de geri durmuyorlar: Kız Erkek’e “Öyleyse uyuma” diye bağırıyor ve hatta Erkek, Kız’a -uyurgezer olduğunu bildiği halde- “Eski sevgilinin evine gitme” diyor.

Kahramanlarının otomatikman bir arada durmak zorunda kaldıkları bir öykü geliştiren Kim Ki-Duk, bir arada olmanın “birlik bilinci” geliştirmeye yeterli olmadığını, o bilinç seviyesi için bilgeliğin gerektiğini vurguluyor. Ana karakterlerin bilgeliğe (ve dolayısıyla şefkate) ulaşamamalarının temel nedeni ise kendilerini sevmemeleri. Sadece muhataplarına değil, kendilerine de şiddet uyguluyorlar: Örneğin Erkek uyumamak için koyu kahve içmek gibi yöntemleri kullanmıyor, ayaklarına çekiçle vurmak ona daha normal geliyor, çünkü aslında kendini cezalandırmaya çalışıyor.

Erkek ve Kız arasında aşk ilişkisi kurulduğunda Kim Ki-Duk, ilişkinin temel özelliğinin “karşılıklı bağımlılık” olduğunu sevgilileri birbirlerine kelepçeleyerek vurguluyor. Kullandığı bir başka görsel öğe ise kelebek... Erkek’in kıza verdiği kolyede (ve finalde) karşımıza çıkan bu narin ve kısa ömürlü hayvanın bahsinin, ilk kez filmin Budist tapınak sahnesinde geçmesi çok anlamlı çünkü literatürde önemli bir yeri var. Çok ünlü mesellerden biri şöyle: “Ben mi gördüm kelebek olduğumu düşümde, yoksa ben olduğunu düşleyen kelebek mi?”

Budizm’e göre insanlar asıl hayatlarını, “geldikleri ve sonunda gidecekleri” alemde yaşıyorlar, gerçek özgürlük orada mümkün. O özgürlüğe burada ulaşmanın tek yolu var: Başta benlik bağımlılığı olmak üzere tüm zincirlerden kurtulup aydınlanmak, “uyanmak”…

Çünkü dünyadaki hayat bir “Rüya”…

Sinema, Aralık 2008

Bi-mong – Dream / Rüya
Kurgu, senaryo ve yönetim: Kim Ki-Duk
Yapımcılar: Kim Ki-Duk, Song Myung-chul, David Cho, Kai Naoki
Oyuncular: Jo Odagiri (Jin), Na-yeong Lee (Ran), Mi-hie Jang (Doktor), Tae-hyeon Kim (Ran'ın eski sevgilisi), Ji-a Park (Jin'in eski sevgilisi)
2008 Güney Kore yapımı, 95 dakika
Gösterim tarihi: 31 Ekim 2008

1 Mart 2012 Perşembe

Artist

Filmin senaryosu –günümüz anlayışına göre- zayıf çünkü ana karakterler bile hayli yüzeysel işlenmiş ve olay örgüsü de sessiz filmlerin mantığına uygun basitlikte. Fakat bunlar projenin iç mantığı gereği böyle; senaryo o kadar ustalıkla kaleme alınmış ki, günümüzün derin nedensellik anlayışına kasten sırt çeviriyor.

IMDB: 8,4 (116. sırada)
Meta Critic: % 89
Rotten Tomatoes: %97
Manalı Filmler: 10

İşte sinemasal zeka böyle bir şey…

Hazanavicius/Langmann ikilisi, -büyük kısmı- sessiz, siyah beyaz çekilmiş ve başrolünde iki “ünsüz” Fransız’ın yer aldığı bir filmle –tüm dünyada- hem ciddi ticari başarı, hem de bol ödül kazandılar (Meraklısına, önemine binaen normalden geniş tutulmuş “ödülleri” ara başlığını incelemesini öneririm: Aynı filmin hem Bağımsız Ruh Ödülü, hem Sezar ve Oskar almasına, üstelik Altın Palmiye için yarışmasına çok ender rastlanıyor). İki gün önceki Oskar töreni, “Artist”in son yılların en parlak projesi olduğunu sadece onayladı: bu film sinema tarihine çoktan geçmişti, 10 adaylığa rağmen tek bir Oskar alamasaydı bile bu gerçek değişmeyecekti.

“Artist” iki açıdan çok önemli ve değerli, önce sinema sanatı açısından değerlendirelim: 1920’lerin yıldız oyuncusu George Valentin’in düşüşünü ve küllerinden yeniden doğmasını anlatan eser, “sessiz film” olarak tasarlanmış ve kotarılmış. Finali ve rüya sahnesi dışında filmde ses (sadece diyalog değil, sesin hiçbir çeşidi) yok. Görüntü yönetimi ve müzik de sessiz sinema dönemine uygun ve ikisi de muhteşem. Oyunculuklar keza öyle… Reji o yılların anlayışına uygun olarak planlanmış ve başarıyla uygulanmış (örneğin zum gibi sonradan keşfedilen anlatım teknikleri kullanılmamış).

Dahası var: “Yurttaş Kane”in kahvaltı sekansı başta olmak üzere, Şarlo filmlerinden müzikallere, pek çok esere gönderme yapılmış, sinefillerin hemen fark edebilecekleri espriler eklenmiş (örneğin bazı film isimleri, öykünün ara başlıkları olarak kullanılıyor)...

Daha da ötesi: Hazanavicius ve Langmann mümkün olan her alanda sessiz sinema dönemine saygı göstermişler: Örneğin George’un evinde seyrettiği film bu proje için üretilmemiş, gerçek: 1920 yapımı “The Mark Of Zorro” (Tabii yakın çekimlerde Douglas Fairbanks değil, Dujardin görünüyor). Peppy’nin evi olarak kullanılan mekan ise sessiz sinema yıldızlarından Mary Pickford’a aitmiş.

Tüm bunların anlam ve önemini şu örnekle daha iyi anlayabiliriz: 1992’de büyük usta Richard Attenborough (“Gandhi”), Charles Chaplin’in yaşamını sinemaya uyarladı, ama “Chaplin” her şeyiyle yapıldığı döneme uygun bir filmdi, renkli ve sesli olması doğal karşılanmıştı. Hazanavicius ve Langmann ise hayali bir karakterin öyküsünü “sessiz film” olarak yaptılar.

Bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak filmin senaryosu –günümüz anlayışına göre- zayıf çünkü ana karakterler bile hayli yüzeysel işlenmiş ve olay örgüsü de sessiz filmlerin mantığına uygun basitlikte (Örneğin George kısa sürede 29 krizinde sıfırı tüketiyor, karısı evi terk ediyor, son filmi başarısız oluyor). Fakat bunlar projenin iç mantığı gereği böyle; senaryo o kadar ustalıkla kaleme alınmış ki, günümüzün derin nedensellik anlayışına kasten sırt çeviriyor.

Tüm bu başarısı yetmezmiş gibi “Artist”, “mana” bakımından da çok değerli bir film çünkü ana izleği “hayat dersi”… George çoğu insanın yaptığı gibi dönüşmek zorunluluğuna direniyor, hayatı bildiği gibi yaşamakta inat ediyor ve bu nedenle ağır dersler almak zorunda kalıyor… Filmde dendiği biçimiyle “gururu yüzünden” neredeyse her şeyini yitiriyor (köpeğinin ve Peppy’nin sevgisi hariç), hatta “sembolik” bir ölüm yaşıyor (yangın sahnesi), sonunda sinemaya ve Peppy’ye duyduğu sevgiye tutunarak “diriliyor”.

Üstelik “kendi sesini” de bulmuş olarak…

Ödülleri:
En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu, Müzik ve Kostüm dallarında 5 Oskar ödülü; 5 dalda Oskar adaylığı (Özgün Senaryo dahil)
Cannes Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu ödülü (ayrıca film Altın Palmiye için yarıştı)
En İyi Film, Yönetmen, Kadın Oyuncu ödülleri de dahil olmak üzere 6 Sezar; ayrıca 4 Sezar adaylığı
Amerikan Film Enstitüsü Özel Ödülü
En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu ve Görüntü Yönetmeni dallarında Bağımsız Ruh Ödülü (Independent Spirit Award); Senaryo dalında BRÖ adaylığı.
Ayrıca 63 ödül ve 64 adaylık.

Meraklısına:
Adet olduğu üzere “Artist”in tüm başarısı yönetmenine mal ediliyor. Projenin asıl yapımcısı Langmann’ın, Jan Kounen’e sınıf atlatan “Blueberry / Olağanüstü Macera”da da imzası olduğunu anımsamakta yarar var (Ki o da ABD’de çekilen bir Fransız filmiydi). Ayrıca Langmann, “L'instinct de Mort / Ölümcül İçgüdü”nün ve devam filminin de yapımcısı.

Her başarılı filmde olduğu gibi “Artist”in kökeninde de tutku var: Hazanavicius yıllardır bir sessiz film yapmak istiyormuş. Hayranı olduğu filmcilerin çoğunun sessiz sinema döneminde çıkmış olmasının yanı sıra o türün diğerlerine kıyasla daha fazla “görüntüye dayalı” olduğunu düşünüyormuş... Fakat kimse bu arzusunu ciddiye almamış, 2006 ve ondan 3 yıl sonra çektiği casusluk komedileri gişede başarılı olunca yapımcılar sessiz film düşüncesiyle ilgilenmeye başlamışlar. Sessiz filmleri ve o dönemin Holivud’unu uzun süre inceleyen Hazanavicius en başarılı eserler melodram türünde olduğu için yapacağı filmin de aynı kategoride olması gerektiğine karar vermiş. Tasarladığı senaryoyu 4 ayda yazmış ve hazırlıklar sürerken doğru anlatım biçimlerini tespit etmek üzere 20’lerin filmlerini incelemiş. Filmin çekimleri toplam 35 günde tamamlanmış. Sette Hazanavicius klasik Holivud filmlerinden müzik çaldırmış.

Bu filmdeki çalışması çok beğenilen görüntü yönetmeni Guillaume Schiffman, sonuçta ortaya çıkacak filmin 1920’lerde çekilmiş gibi görünmesi için gereken tüm önlemleri almış, kamera hareketleri, objektif seçimi ve ışık, tasarlanan filmin teknik özelliklerine göre uygulanmış. Ayrıca: Siyah beyaz gösterilecek olmasına rağmen filmi renkli ve -24 değil- 22 kare olarak çekmiş, böylece normalden “biraz daha hızlı” bir film elde edilmiş.

1976 tarihli “Silent Movie / Sessiz Film”den beri sinema salonlarında yaygın dağıtılan ilk sessiz film.

Dujardin ve Bejo’nun özellikle final sekansındaki hareketleri yapabilir hale gelebilmeleri için yaklaşık 5 ay çalışmaları gerekmiş (Bu amaçla, ünlü “Singin’ in the Rain / Yağmur Altında” filmi için 1952’de Debbie Reynolds ve Gene Kelly’nin prova yaptığı stüdyo kullanılmış). “Şimdi filmi izlediğimde ne kadar hızlı dans ettiğimize inanamıyorum” diyor Bejo: “çünkü provalar gerçekten çok zordu. Bazen ayaklarım hala ağrıyor gibi geliyor.”

Peppy’nin George’u ziyaretinden sonraki sahnede, arabadaki genç adama “Beni eve götür, yalnız kalmak istiyorum” demesi 1932 tarihli “Grand Hotel” filmine bir gönderme olarak yorumlanmış. Çünkü o filmin en çarpıcı anlarından birinde Greta Garbo “Yalnız kalmak istiyorum” diyormuş… Ayrıca Peppy sesli filme de uyum sağlayan bir sessiz film yıldızı olan Garbo’ya, George ise sesli dönem başlayınca ününü kaybeden John Gilbert’a benzetiliyor.

Açık Gazete, 27 Şubat 2011

The Artist / Artist
Senaryo ve yönetim: Michel Hazanavicius
Yapımcılar: Thomas Langmann, Emmanuel Montamat, Jeremy Burdek, Nadia Khamlichi, Adrian Politowski, Gilles Waterkeyn
Oyuncular: Jean Dujardin (George Valentin), Bérénice Bejo (Peppy Miller), John Goodman (Al Zimmer), James Cromwell (Clifton), Penelope Ann Miller (Doris)
2011 Fransa, Belçika ortak yapımı, 100 dakika
Gösterim tarihi: 27 Ocak 2012
DVD Firması: Bir Film

19 Ağustos 2011 Cuma

Dövüş Kulübü

Fincher’a göre sağlam temel bilgidir. Bilgi insana kendi gücünü öğretir, aslolan da budur, çünkü birey sistemin/toplumun dayatmalarına sadece içindeki gücü kullanarak karşı çıkabilir

IMDB: 8,8 (14. sırada)
Rotten Tomatoes: % 81
Manalı Filmler: 9,5

David Fincher ölmüş olsa ve “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorsalar, birbiriyle çelişen sıfatlar kullanırdım: “Parlak bir yetenekti. Bize ayna tutardı. Tehlikeli bir adamdı. Şakacı bir çocuktu. Önemli bir sinemacıydı. Çok duyarlıydı. Seyircisine oyun oynamaktan hoşlanırdı. Müthiş analizler yapardı. İnsanları çok severdi. Gerilla ruhu taşırdı. Hollywood’dan çıkan son ‘auteur’dü. İnsafsızdı. Entelektüeldi. Depresifti. Ona hâlâ çok seviyorum.”

Fantezi bu ya, “Peki ya ‘Dövüş Kulübü’ nasıldı?” diye de sorsalar tek cümleyle yanıtlardım: “Tam bir David Fincher filmiydi.”

“Alien 3”, “Se7en / Yedi” ve “The Game / Oyun”, kendi reji tarzını geliştirmiş, öykü anlatmayı iyi bilen, atmosfer kurmakta becerikli bir yönetmenin ürünleriydi. Fincher özellikle “Yedi”de, çağdaş uygarlığa ilişkin düşüncelerini ortaya koydu, “lider ülke” ABD’nin kimi açılardan cehennemden farksız olduğunu savundu, gurur duyulan ekonomik ve siyasal gelişmelerin sıradan bireyler üzerindeki etkisinin korkunç olabileceğini gösterdi.

“Dövüş Kulübü” ise yönetmenin kimi -bilmediğimiz- yönlerini deşifre ediyor, anlattığı öykü ve karakterleriyle (Flaubert’in “Madame Bovary benim” dediği anlamda) ciddi bir özdeşleşme içinde olduğunu gösteriyor. Fincher yine bir bireyin, sistemin şekillendirdiği toplumla ve hayatla ilişkisinin yeniden tanımlanması sürecini anlatıyor ama bu kez çok daha serbest bir stil kullanıyor, yeni öyküleme teknikleri geliştiriyor, Müfettiş’in Tyler’ı tanıttığı sahnelerde belgesel üslubuna geçip araya sıkıştırdığı diğer sinemaya dair esprilerle de seyircisini oyuna katılmaya davet ediyor.

Bu çağrıyı kabul edip Fincher’ın da Tyler’vari bir tutumla kendi filmine porno parça koymasından keyif almak mümkün, filmi sadece kimi bölümleriyle değerlendirip faşizm söylemini geliştirdiğini iddia etmek de… Yönetmenin, adeti olduğu üzere bize tuttuğu aynadan kendimize dair bilgiler edindiğimiz için mutlu da olabiliriz, aynayı parçalama isteğiyle de dolabiliriz. Oraya buraya bomba koymayı savunduğunu varsaymak da bize kalmış, iyi yönetmenlerin mesaj vermek gibi bir dertleri olmadığını düşünüp Fincher’ın sorularını ciddiye almak da.

Bu filmin soruları çok ve hayli de ilginçler. Örneğin Tyler Müfettiş’e diyor ki: “Babamızı Tanrı yerine koyduk ve o bizi terk etti; öyleyse Tanrı’ya ne oldu?”. Başka sorular da var: “Ülkemizi seviyorduk. Amerikan rüyası yalan çıktı. Üstelik proletarya da devrimci işlevini yitirdi. Öyleyse toplumu hangi sınıf dönüştürecek? Hizmet sektörü çalışanları ve beyaz yakalılar mı? Eğer onlarsa, kullanacakları yöntemler tarihteki örneklerden ne kadar farklı olur? Öfkeleri daha mı büyüktür?”

Fincher’ı asıl ilgilendiren bireyin tüm bunlar ortasındaki konumudur. Herkesin seçme şansı vardır, veteriner olma idealini yaşam koşulları yüzünden bir yana bırakıp bir markette çalışmak da yeğlenebilir, böyle davranan kişileri enselerine silah dayayıp ideallerine sarılmaya zorlamak da.

Seçim şansını kullanabilmek seçenekleri görebilme becerisine, bu da kişinin kendini ve yaşamı ne kadar tanıdığına bağlıdır. “Yedi”nin finalinde Brad Pitt, filmin asıl kişisi Morgan Freeman’ın engelleme çabalarına rağmen seri katilin oyununa gelmiştir çünkü hayatı sağlam bir temel üzerine inşa edilememişti.

Fincher’a göre sağlam temel bilgidir. Bilgi insana kendi gücünü öğretir, aslolan da budur, çünkü birey sistemin/toplumun dayatmalarına sadece içindeki gücü kullanarak karşı çıkabilir, içine kıstırıldığı tuzaktan ancak bu yolla kurtulabilir. Bu yüzden Michael Douglas’a “oyun” oynanmış, sahip olduğu her şeyi geri alabilmesi için “dövüşmeye” zorlanmıştır. Ders yalındır: Yaşamına sahip çık, canlan, hayata aktif olarak katıl, pasif kalırsan yok olur ya da edilirsin.

“Dövüş Kulübü” baş kişi Müfettiş’in benzer bir öğrenme sürecinden, kendi öğretmenini bizzat yaratarak geçişinin öyküsüdür.

Alt ben Tyler sahneye çıkmadan hemen önce Müfettiş bir Yeni Çağ’cı toplu meditasyon seansına katılır, kişilerin kendilerini tanımalarına yardımcı olması amacıyla geliştirilmiş “güç hayvanı” tekniğini uygular: Buzlarla kaplı mağara onun hem kendini, hem de çevresindeki dünyayı algılama biçimini simgeler. Mutlu olmak istiyorsa güç hayvanı pengueni örnek alıp çevresindeki yaşama uyum sağlayabilecek biçimde evrimleşmiş, kendisiyle kavgasız, evrenle barışık bir varlık haline gelmesi, benzer dertlerden muzdarip bir kıza benzeyen Marla’yla işbirliği yaparak diğer insanları sevmeyi öğrenmesi gerekmektedir.

Son 15 yılda epey yaygınlaşan Yeni Çağ felsefesi de bunu savunur, bir zamanlar Nietszche de “Amor fati” demiştir. Kişinin kaderini sevebilmesi uzlaşmayı gerektirir. Fakat Fincher zaten iyi bir analizci ve uslanmaz bir şakacıdır: İnsanın içindeki kötü tarafı temsil eden Mr. Hyde’dan kurtulmak için Dr. Jekyll’ın kendini öldürdüğü noktaya gelir, biz orada durmasını beklerken devam eder, filmini şu cümleyle bitirir: “Tyler ölmedi, içimizde yaşıyor!”

Sinema; Sayı: 59, Ocak 2000

Ödülleri:
4 ödül ve 15 adaylık

Meraklısına:
Afiş için hazırlanan sloganlardan biri şöyle: “Tüm ümidini yitirmek özgürlüktür”

Fight Club / Dövüş Kulübü
Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Jim Uhls (Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından)
Yapımcılar: Art Linson, Cean Chaffin, Ross Grayson Bell
Oyuncular: Edward Norton (Müfettiş), Brad Pitt (Tyler Durden), Helena Bonham-Carter (Marla Singer), Meat Loaf Adey (Robert Paulson), Jared Leto (Angel Face)
1999 ABD, Almanya ortak yapımı, 139 dakika
Gösterim tarihi: 10 Aralık 1999
DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox

19 Eylül 2010 Pazar

Balance

IMDB: 8,2
Manalı Filmler: 8,5

Mananın doruğunda gezinen, mükemmel bir kısa film…

Beş kişi denizin birkaç metre yukarısında, havada duran bir platformun üzerinde yaşamaktadırlar. Aralarından biri hareket ettiğinde diğerlerinin de dengeyi korumak için yer değiştirmeleri gerekir. Yukarıya çekilen bir kutuyu sahiplenme hırsı, grubun dengesini bozar…

Lauenstein ikizlerinin bu çalışması çoğunlukla komünizm eleştirisi olarak okunuyor. Kimileri de sosyalist ülkelere bir uyarı olarak algılamış. Filmin sosyalist blok dağılmaya başlamadan hemen evvel ve o zamanlar ikiye bölünmüş halde olan Almanya’da yapılmış olması bu yorumlara zemin hazırlıyor. Ama Manalı Filmler için seçilmiş olmasının nedeni bu değil; filmin spiritüel açıdan da okunabilmesi ve bu çerçeveden bakıldığında “birlik bilinci” temasını işliyor olması.

Platformdaki o beş kişi birlik bilinciyle davranabilseler, konumlarını hiç değiştirmeden, kutuyu birbirlerine iterek, herkesin eşit şekilde kutudan yayılan müziğin keyfinden yararlanmasını sağlayabilirlerdi. Bencillik, sadece bireylerin değil sistemin de dengesini bozdu.

O platformu herhangi bir topluluk olarak görmek mümkün: bir aile, bir sınıf, siperde omuz omuza savaşan bir grup asker veya dünya devletleri…

Meraklısına:
“Balance”, 1998’de “The World's Greatest Animation” isimli DVD’de bir araya getirilen 16 kısa animasyondan biriydi…

Lauenstein kardeşlerin resmi sitesi (İngilizce)

Ödülleri:
En İyi Kısa Animasyon Film dalında Oskar ödülü
Ayrıca 3 ödül

İzlemek için:
Dailymotion
Facebook
kisa-film.net

Balance
Senaryo ve yönetim:
Christoph Lauenstein, Wolfgang Lauenstein
1989 Batı Almanya yapımı, 7 dakika, diyalogsuz

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Six Degrees of Separation

IMDB: 6,9
Allmovie: 4,5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 90
Manalı Filmler: 8,5

John Guare’ın metni çok şaşırtıcı: Yoğunluğuyla da, işlediği temalar açısından da, ulaştığı seviye bakımından da…

Bir akşam resim simsarı Flan ve eşi Louisa’nın kapıları çalınır: Çocuklarının üniversiteden arkadaşı olan Paul yaralı vaziyette gelir, onlardan yardım ister. Tanışır, Paul’un ünlü oyuncu Sidney Poitier’in oğlu olduğunu öğrenince sevinirler. Delikanlıyı ısrarla misafir ederler, hoş bir akşam geçirilir. Fakat kısa zaman sonra Flan ve eşi çocuklarının Paul’u tanımadığını, Poitier’in hiç oğlu olmadığını ve daha acayibi birkaç dostlarının daha aynı mizansenle karşılaştığını öğrenirler. Ama evlerden bir şey çalınmamıştır, dolayısıyla ortada bir muamma vardır: Paul kimdir, amacı nedir?

Bir oyundan uyarlandığı için senaryo yoğun diyalog içeriyor, repliklerin çoğu mana bakımından çok derin, üstelik onlarca aydın ve sanatçıdan söz ediliyor, bazılarından alıntı yapılıyor. Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde Guare’ın modern toplum yapısını, özellikle de burjuva aydınları eleştirdiği, “Altı Derecelik Ayrılık” teorisini bu amaçla kullandığı ortaya çıkıyor. Metnin en dibinde “Dünya bu kadar küçükken siz böyle mi yaşıyorsunuz?” sorusu gizli sanki.

Örneğin Paul, en önemli eğitim kurumlarından biri olduğu kabul edilen Harvard’ı şöyle tarif ediyor: “Herkes durağan ve lüks bir umutsuzluk, sabit keşif ve felç içinde.” Yine Paul’un ünlü Salinger romanı “Catcher in the Rye / Gönülçelen” ve Beckett oyunu “Waiting For Godot / Godot’yu Beklerken”in de insanlığın içinde bulunduğu felç halini anlattığını söylemesi ve Jung’dan “En büyük günah bilinçsizliktir” cümlesini alıntılaması eleştirel çerçeveyi tamamlıyor.

Oysa örneğin Flan, işi gereği Kandinski’yi de çok iyi tanıyor. Eserleriyle 20. yüzyıl sanat ortamını değiştirmiş bu Rus ressamdan alıntılar yapıyor, en ünlü tablosu evinin baş köşesinde ama Kandinski’nin sanatın amacının “insan ruhunu arıtıp harekete geçirmesi olduğunu” savunması üzerinde hiç durmamış, buradaki anlamı idrak edememiş. Flan ve diğer film karakterleri manevi değerlere o kadar sırt çevirmişler ki, hayatı çok sınırlı yaşıyorlar, çocuklarıyla bile ilişkileri mesafeli ve sorunlu. O nedenle Louisa’nın filmin sonunda –yalancı ve sahtekar olduğunu artık iyi bildiği- Paul için: “Birkaç saatte çocuklarımızın bizim için yaptıklarından çok daha fazlasını yaptı” demesi çok trajik.

Filmin oyunculuk seviyesi de en az metnin kendisi kadar olağanüstü. Özellikle güzel insan Will Smith’in etkili performansı, önemli ve zengin bir aileden gelmeyen bir delikanlının “birisi” olmak istemesindeki trajediyi çok iyi yansıtıyor.

Meraklısına:
Oyun İstanbul Şehir Tiyatroları’nca “Altı Derece Uzak” adıyla sahnelenmiş.

Filmde üniversiteli gençlerden Doug’u oynayan ve sadece iki sahnede görünen J. J. Abrahams yıllar sonra yapımcı ve yönetmen olarak ünlendi, özellikle “Lost”la büyük başarı kazandı. Yarattığı “Six Degrees” isimli TV dizisi de –aynen “Lost” gibi- Altı Derecelik Ayrılık temasını işliyordu...

Birkaç sahnede görünen Kandinski tablosunun temel özelliğini Flan şöyle açıklıyor: “Kanvasın iki tarafına birbirinden çok farklı tarzlarda iki resim yapmış, biri vahşi ve hayat dolu, diğeri geometrik ve kasvetli.” Flan tabloyu çevirip iki tarafını sırayla gösterirken Louisa resimleri adlandırır: “Kaos” ve “Kontrol”…
Yaşamın iki yüzü gibi…

Ödülleri:
En İyi Kadın Oyuncu dalında Oskar ve Altın Küre adaylığı.

İlgili film:
"Serendipity" (Peter Chelsom, 2001)

Seçme replikler:
Paul: “Hayal gücünün değeri çok düştü, yaratıcılık olarak görülmeye başlandı, oysa o varoluşumuzun temel taşıdır. (…) Hayal gücünü en kişisel bağlantımızdan, iç dünyamızla, dışarıdaki dünya arasındaki bağdan çıkarıp attık (…) Hayal gücü kendimizin yarattığı bir pasaporttur, gerçek dünyaya geçmemizi sağlayan (…) Kendimizle başa çıkabilmek için gözlerimizi bağlıyoruz çünkü kendinle yüzleşmek zor. Oysa hayal gücü kendimizi incelememizi katlanılabilir kılan bir Tanrı armağanıdır”…

Louisa: “Bu dünyadaki herkesin başkalarından sadece 6 kişiyle ayrıldığını okumuştum bir yerde (…) bu kadar yakın olmamızı inanılmaz rahatlatıcı bulmuştum. Ama aynı zamanda bu yakınlık Çin işkencesi gibi bir şeydi.”

Paul: “Yaşanılan her an bir öğrenme deneyimidir. Başka ne işe yarar ki?”

Flan’ın kızı Tess (babasına): “Evlenip Afganistan’a gideceğim. Hayatımı mahvedeceğim. Olmamı istediğin her şeyi kaldırıp atacağım. Çünkü bu sana acı çektirmenin tek yolu”.

Louisa (Paul için): “O biz olmak istedi. Her şeyimiz. Hayatımıza girebilmek için kendini bıçakladı (…) Ama biz onu bir anekdota dönüştürdük, yemek sohbetine, şu an yaptığımız gibi! Oysa tüm yaşadıklarımız tecrübeydi.”

Paul (son replik): “Kanvas… Kanvasın iki yüzüne de resim yapılmış”…

Six Degrees of Separation
Yönetmen: Fred Schepisi
Senaryo: John Guare (Aynı adlı kendi oyunundan)
Yapımcılar: Arnon Milchan, Fred Schepisi
Oyuncular: Stockard Channing (Louisa Kittredge), Will Smith (Paul), Donald Sutherland (Flan Kittredge), Ian McKellen (Geoffrey Miller), Mary Beth Hurt (Kitty), Bruce Davison (Larkin), Heather Graham (Elizabeth)
1993 ABD yapımı, 112 dakika

11 Mayıs 2010 Salı

Körlük

IMDB: 6.7;
Allmovie: 2.5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 41
Manalı Filmler puanı: 9.0

“City Of God / Tanrı Kent” ile son yılların en önemli sinema süprizlerinden birini gerçekleştiren Brezilyalı yönetmen Meirelles, yeteneğine uygun ilk başyapıtı “Körlük” ile verdi. Portekizli Nobel ödüllü ünlü yazar Jose Saramago’nun romanından uyarlanan film, belirsiz bir kentte, nedeni anlaşılamayan bir virüs yüzünden insanların kör olması üzerine gelişen olayları işliyor. Virüsten etkilenmeyen tek kişi olan Doktor’un Karısı, diğerlerine yardımcı olmaya çalışıyor.

Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilen eser, körlüğü bir simge olarak kullanarak insanların maddi değerlere olan düşkünlüğünü eleştiriyor.

Çok iyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış, inanılmaz başarılı bir film; mutlaka izlenmesi gereken işlerden…

Ödülleri:
Kanada Eleştirmenler Birliği’nce “Yılın En İyi Filmi” seçildi. Ayrıca Julianne Moore, Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce “En İyi Bilimkurgu Film” dalında Saturn Ödülü’ne aday gösterildi (2009).

Seçme replikler:
Doktor’un Karısı: “Körlükten daha korkutucu olan tek şey, görebilen tek kişi olmak.”

Göz bantlı adam: “Adını bilmesem de içindeki seni tanıyabilirim. Ve bu gerçek kimliğimizdir”

Göz bantlı adam: “O anda, her şey normale dönüyordu. İlk o kör olmuştu, belki de hepimiz sırayla görmeye başlayacaktık. Bu sefer, gerçekten görebilecektik.”

Blindness / Körlük
Yönetmen:
Fernando Meirelles; Senaryo: Don McKellar (Jose Saramago'nun "Ensaio Sobre a Cegueira" isimli romanından); Yapımcılar: Andrea Barata Ribeiro, Niv Fichman, Sari Friedland, Sonoko Sakai; Oyuncular: Mark Ruffalo (Doktor), Julian Moore (Doktor'un karısı), Danny Glover (Göz bantlı adam), Yusuke Iseya (ilk kör olan adam), Yoshino Kimura (ilk kör olan adamın karısı), Gael García Bernal (Üçüncü Koğuşun Kralı), Sandra Oh (Sağlık Bakanı); 2008 Kanada, Brezilya, Japonya ortak yapımı, 121 dakika; Gösterim tarihi: 5 Haziran 2009; DVD firması: Tiglon / Focus.